|
|
| İslam Tarihi | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
WhampiéR Admin
Mesaj Sayısı : 1106 Yaş : 33 Nerden : Menekshe^min kaLbinden... Ruh haLi : Kayıt tarihi : 29/07/08
| Konu: İslam Tarihi C.tesi Ara. 20, 2008 9:08 am | |
| CÂHİLİYYE DÖNEMI Bilgisizlik, gerçeği tanımama. İslâm, tam bir aydınlık ve bilgi devri olduğu için, Arabistan'da İslâmiyet'in yayılmasından önceki devre, daha dar anlamı ile Hz. İsa'dan sonra peygamberimizin gelmesine kadar geçen zamana "cahiliyye" devri adı verilmiştir. Cahiliyye, insanın Allah'ı gereği gibi tanımaması, ona kulluk etmekten uzaklaşması, onun ilâhî hükümlerine değil de kişinin kendi hevâ ve hevesine uyması, insanların koyduğu emir ve yasaklara, siyasî sistem ve düşüncelere inanmasıdır. Kur'an-ı Kerîm'de: "Onlar hâlâ Cahiliyye devri hükmünü mü istiyorlar? Gerçeği bilen bir millet için Allah'dan daha iyi hüküm veren kim var?" (el-Mâide, 5/50) buyurulur. İslâm'ın hakim olmadığı ortamlar Cahiliyye çağlarıdır. Çünkü ilâhî bilginin kaynağından yoksun olan ortamlardır. İslâm'ın gelişinden önceki dönemde yaşayan müşrikler Allah'a isyan etmiş onun hükümlerine sırt çevirmiş bir toplum olarak son derece ilkel ve cahil hayat sürüyorlardı. Cahiliyye Arapları'nın sürdüğü hayattan ve içinde yaşadıkları ortamdan bazı örnekleri şöyle sıralamak mümkündür: Putlara Taparlardı.. Cahiliyye insanları Allah'ın varlığını kabul etmekle beraber putlara taparlardı. Onlar putlarının Allah katında kendilerine şefaatçı olacaklarına inanırlar ve: Biz onlara ancak bizi daha çok Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" (ez-Zümer, 39/3) derlerdi. İçki içerlerdi.. Şarap içmek adeti çok yaygındı. Şairleri her zaman içki ziyafetinden bahseder, içki şiirleri edebiyatlarının büyük bir kısmını teşkil ederdi. Hatta Enes b. Mâlik (r.a.)'in bildirdiğine göre İslâm'da içki, Mâide Suresi'nin doksan ve doksanbirinci ayetleriyle kesin olarak haram kılınmış, Hz. Peygamber (s.a.s) tellal bağırttırarak bunu ilân ettiğinde Medine sokaklarında sel gibi içki akmıştır (Müslim, Eşribe, 3). Kumar Oynarlardı.. Cahiliyye çağında kumar da çok yaygındı. Cahiliyye Arapları kumar oynamakla övünürlerdi. Öyle ki kumar meclislerine katılmamak ayıp sayılırdı. Onların şairlerinden biri karısına şöyle vasiyette bulunur: "Ben ölürsem, sen, aciz ve konuşma bilmeyen, iki yüzlü ve kumar bilmeyen birini isteme." Tefecilik Yaparlardı.. Tefecilik almış yürümüştü. Para ve benzeri şeyleri birbirlerine borç verirler; kat kat faiz alırlardı. Borç veren kimse, borcun vadesi bitince borçluya gelir: "Borcunu ödeyecek misin, yoksa onu artırayım mı?" derdi. Onun da ödeme imkânı varsa öder, yoksa ikinci sene için iki katına, üçüncü sene için dört katına çıkarır ve artırma işlemi böylece kat kat devam ederdi. Tefecilik ve faizin her çeşidini haram kılan Allah, özellikle Araplar'ın bu kötü âdetlerine dikkati çekerek "-Ey iman edenler! Kat kat faiz yemeyin." (Âli İmrân,3/130) buyurmuştur. Faiz oranları çok yüksekti.. Faizcilik Araplar arasında o kadar yerleşmişti ki ticaretle onun arasını ayıramıyorlar; "Faiz de tıpkı alış-veriş gibi" diyorlardı. Bunun üzerine inen ayette: "Allah alış-verişi helâl, faizi ise haram kılmıştır. " (el-Bakarâ, 2/275) buyrulmuştur. Fuhuş yapılırdı.. Cahiliyye Araplar'ı arasında fuhuş da nadir şeylerden değildi. Cariyelerini zorla fuhuşa sürükleyenler vardı. Kur'an-ı Kerîm'de bu hususa işaretle: "İffetli olmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın. " (en-Nûr, 24/33) buyurulur. Kocanın birkaç metresi olduğu gibi, kadının da başkalarıyla ilişkide bulunması, bazı çevrelerce nefretle karşılanmayan bir davranıştı. Fuhuşla ilgili Cahiliyye Araplarının şu adetlerini zikredebiliriz: Kadın âdetinden temizlendikten sonra kocası ona "şu adama git ve ondan hamile kal" derdi. Kadın istenilen adamla beraber olduktan sonra kocası hamileliği belli oluncaya kadar ona yaklaşmazdı. Sonra yaklaşabilirdi. Bu, iyi bir çocuğa sahip olmak için yapılırdı. Sayıları üç ila on arasında değişen bir grup erkek kadının evine girerek, sırasıyla hepsi de onunla cinsi münasebette bulunurdu. Kadın hamile kalıp da doğum yaparsa doğumdan bir kaç gün sonra bu erkekleri çağırır, erkekler de zorunlu olarak bu davete iştirak ederlerdi. Sonra onlara: "Olanları biliyorsunuz, doğum yaptım" içlerinden birine işaret ederek "çocuğun babası sensin" derdi. O da bundan kaçınamazdı. Bazı fuhuş yapan kadınlar da tanınmaları için kapılarına bayrak asarlardı. Bu tür kadınlardan biri doğum yaptığı zaman teşhis heyeti toplanıp çocuğun kime ait olduğunu tespit ederdi. O da çocuğun babası olduğunu kabul etmek zorunda kalırdı. (Buhârî, Nikah, 36) Kadına değer verilmez, hak ve hukuku tanınmaz, adeta bir eşya gibi telakki edilip miras alınırdı. Biri ölüp karısı dul kalınca ölenin varislerinden gözü açık biri hemen elbisesini kadının üzerine atardı. Kadın daha önce kaçıp bu halden kurtulamazsa artık onun olurdu. Dilerse mehirsiz olarak onunla evlenir, dilerse onu bir başkasıyla evlendirerek mihrini almaya hak kazanır ve kadına bundan bir şey vermezdi. Dilerse, kocasından kendisine kalan mirası elinden almak için onu evlenmekten menederdi. Bunun üzerine inen ayette: "Ey inananlar! Kadınlara zorla mirascı olmaya kalkmanız size helâl değildir." (en-Nisâ, 4/19) buyurulmuştur. (Şevkânî, Fethu'l-Kadir, I, 440). Yiyeceklerin bazısı yalnız erkeklere ait olup kadınlara yasak ediliyordu. "Onlar: Bu hayvanların karınlarında olan yavrular yalnız erkeklerimize mahsus olup, eşlerimize yasaktır. Ölü doğacak olursa hepsi ona ortak olur" dediler (En'âm, 6/139) Kızlari diri diri toprağa gömerlerdi.. Cahiliyye Arapları'nın kötü adetlerinden biri de kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeleriydi. Onlar bunu namuslarını korumak veya ar telakki ettikleri için, bazıları da sakat ve çirkin olarak doğduklarından yapıyorlardı. Kur'an-ı Kerîm'de şu ayetlerde buna işaret edilir: "Onlardan birine Rahman olan Allah'a isnat ettikleri bir kız evlâd müjdelense içi öfkeyle dolarak yüzü simsiyah kesilirdi." (ez-Zuhruf, 43/17), "Diri diri toprağa gömülen kız çocuğunun hangi suçla öldürüldüğü sorulduğu zaman..." (Tekvir, 81/8-9), "Ortak koştukları Şeyler müşriklerden çoğuna çocuklarını öldürmeyi süslü gösterirdi."(el-En'âm, 6/137) Ekin ve hayvanlarını iki kısma ayırıyor bir kısmını Allah'ın böyle emrettiğini sanarak Allah'a veriyor ve bir kısmını da Allah'a eş koştukları putlarına ayırıyorlardı. Onlar bu batıl inanç ve adetlerinde biraz daha ileri giderek Allah'ın payına düşeni alıyorlar, onu eş koştukları putların payına ekliyorlardı. Ama putlarının payından alıp öbürüne ilâve ettikleri görülmüyordu. "Allah'ın yarattığı ekin ve hayvanlardan O'na pay ayırdılar ve kendi iddialarına göre: "Bu Allah'ındır, Şu da ortak koştuklarımızındır" dediler. Ortakları için ayırdıkları Allah için verilmezdi. Fakat Allah için ayırdıkları ortakları için verilirdi. Bu hükümleri ne kötüydü!" (el-En'âm, 6/136). "Bir kısım hayvanlarla ekinlerin bazısını dilediklerinden başkasına yasaklıyorlardı. Ayrıca bir kısım hayvanlara binerken ve keserken Allah'ın adının anılmasına engel oluyorlardı." (el-En'âm, 6/138). Bunun dışında hayvanlarla ilgili şu adetleri de vardı: Deve beş batın doğurup beşincisinde erkek doğurursa kulağını çentip serbest bırakırlardı. Artık ona binmeyi ve sütünü sağmayı haram kabul ederlerdi. Buna "Bahîra"* derlerdi. Saibe*; dileği yerine gelen kimsenin putlara adadığı deve idi. Buna da binilmez ve sütü sağılmazdı. Vasîle*; koyun dişi doğurursa kendileri için; erkek doğurursa putları için olurdu. Şayet biri erkek, biri dişi olmak üzere ikiz doğurursa, dişinin hatırı için erkeği de kesmezler ve buna "Vasîle" derlerdi. Hâm* ; bir erkek devenin soyundan on döl alınırsa onun sırtı haram sayılır, su ve otlakta serbest bırakılırdı. Kimse ona dokunmazdı. Bütün bunlardan başka müşrikler atalarından devraldıkları birtakım adetleri devam ettirme konusunda direniyor ve hatta bunların bazılarının, kendilerini Allah (c.c.)'a daha çok yaklaştırdıklarını ileri sürüyorlardı. İbn İshak şunları aktarıyor: "Kureyş, ya Fil olayından evvel veya daha sonra meydana geldiğini tahmin ettiğim bir bid'at ortaya çıkardı ki, tarihte (Hums) diye anılıp, asalet-i diniye iddiasından ibarettir." Bunlar: "Biz, İbrahim'in evladıyız, ehl-i Harem biziz, Beyt'in sahibiyiz, Mekke'nin de sâkini bulunuyoruz. Arap kabilelerinden hiçbir kabîle, bizim sahip olduğumuz bu şeref ve itibara sahip değildir. Binaenaleyh biz, bu müstesna mevkiimizin şeref ve itibarını korumalıyız. Bundan sonra Harem haricinde hiçbir şeye tazim etmeyip bütün ihtiramatımızı Harem dahilinde hasretmeliyiz. Meselâ, Arafat'ta halk ile bir sırada, yan yana, omuz omuza durup vakfe etmek, sonra halk ile geri dönüp gelmek bizim kadrimizi tenzil eder" diyorlardı. İbn İshâk devamla: "Kureyşliler bu asalet fikrini ortaya koydu ve uygulamaya da başladı. Arafat'a çıkmayı, Arafat'tan ifazâyı terk ettiler. Herkes Arafat'ta vakfe ederken, bunlar Müzdelife'ye giderler, orada dururlardı. Ve "Biz ehlullahız, Harem-i Şerif'in hâdimleriyiz" diyerek, diğerleriyle eşitliği kabul etmezlerdi. Fakat bunlar, Arafat'ta vakfe etmenin İbrahim (a.s.)'in dini muktezası olduğunu biliyorlardı. Kinâne ile Hüzâaoğuları da bu hususta Kureyş'e iltihak etmişlerdi. Bunlar hac için, umre için gelen bedevîlere müdahaleye kadar ileri gitmişlerdir. Harem hâricinden gelen herkesin, Beyt'in ilk tavafı Siyab-ı Hums ile tavaf etmelerini kararlaştırdılar ve uyguladılar. Bu kararın neticelerinden biri: Kim ki adi bir elbise ile gelip tavaf ederse, tavaftan sonra o elbiseyi çıkarıp atması zarûrî idi. Bu kararların ikinci neticesi ise; asilzadelere mahsus bir elbisesi olmayan bedevî erkeklerin çıplak; kadınların da yalnız önü yırtmaçlı kısa iç gömleği ile tavafa mecbur edilmesidir. Bu ve bunun gibi pek çok âdetler yürürlükte idi. Rasûlullah (s.a.s)'a iletilinceye kadar da bu âdetler yürürlükte kalmaya devam etti. Daha sonra da A'râf suresinin 26, 27, 28, 31 ve 32. ayetlerinde, çıplak tavaf ile birlikte diğer bid'atler de yasaklanmıştır. Ebû Hüreyre (r.a.)'den gelen bir rivayete göre, Ebû Bekr es-Sıddık (r.a.) Vedâ Hacc'ından (bir sene) evvel, Hz. peygamber tarafından Hac Emîri* olarak (Mekke'ye) gönderildiğinde, Ebû Bekr de Ebû Hureyre'yi Kurban Bayramı'nın ilk günü Mina'da büyük bir cemaat içinde halka (şu iki maddeyi) ilâna memur kılmıştır. (Ebu Hüreyre): "Ey Nas! İyi biliniz, bu yıldan sonra müşriklerin haccetmeleri, çıplakların da Kâbe'yi tavaf etmeleri yasaktır" demiştir. (Sahîh-i Buhâri, Tecrid-i Sarih Tercümesi, VI,13) Fakat onlar bunu kabule yanaşmamışlar, atalarını körükörüne taklide çalışmışlardır. "Onlara: Allah'ın indirdiğine ve peygambere gelin dendiği zaman: Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter' derler. Alaları bir şey bilmeyen ve doğru yolu da bulamayan kimseler olsalar da mı?" (el-Mâide, 5/104). İslâm, topluma hakim olunca bütün bu cahilî sistemin ilkel davranışlarını tamamen yasaklamıştır" (el-Mâide, 5/103). Bütün bunlara baktığımızda, Cahiliyye'nin bir inanma biçimi olduğunu görüyoruz. Cahiliyye; bir şeyi gerçeği dışında bilmek, anlamak ve buna göre amel etmek demektir. Bu duruma göre Cahiliyye; insanın ve toplumun İslâm öncesi ve İslâm dışı bir yaşayış biçimiyle yaşaması demektir. Doğru yolun zıddı, ilmin aksi olan, eskiyen ve değişken olan, bölgelere, kavimlere ve anlayışlara göre kurulan her türlü İslâm dışı rejimler; cahilî sistemler ve hükümlerdir. | |
| | | WhampiéR Admin
Mesaj Sayısı : 1106 Yaş : 33 Nerden : Menekshe^min kaLbinden... Ruh haLi : Kayıt tarihi : 29/07/08
| Konu: Geri: İslam Tarihi C.tesi Ara. 20, 2008 9:08 am | |
| CAHILIYYENIN DIGER MANASI Cahiliyye; insanın insan iradesinin dışındaki unsurlar üzerinde toplanmasını temine çalışan, insanı insana ve topluma köle yapan bir sistemin; beşeriyeti Allah'a ibadetten uzaklaştırıp, herhangi bir adla anılan beşerî sistem ve prensiplere itaata zorlayan yönetimin adıdır. İnsanları, kavimlere, renklere, tarihlerinin karanlık çağı efsanelerine yönlendiren, ayrı ayrı dil farklılığı sebebiyle ümmet şuurundan uzaklaştırmaya çalışan her türlü despotizm, cahiliyenin bir görüntüsüdür. Kısaca cahiliyye, Allah'ın hükmünden başka hüküm arayan ve Allah'ın hükmünden başka hükme rıza gösterenlerin tavrı, hayat biçimi ve sistemidir. EBREHENIN KULLEYS KILISESINI YAPTIRISI ve KABE'YI YIKMAYA KALKISMASI Habeş Necaşi nin Yemen Valisi ve Kumandanı Eryat'ı öldürerek yerine gecen Ebrehetülesrem Hiristiyandir. Halkın, Hacc Mevsiminde Hacca gitmeye hazırlandıklarını görünce: "Halk, nereye gidiyorlar?" diye sordu. "Mekke'deki Beyt-i Harami Hacc etmeğe gidiyorlar!" dediler. Ebrehe "O Beyt, neden yapılmıştır?" diye sordu. "Tastan yapılmıştır" dediler. Ebrehe "Onun Üzerine ne örtülmüştür?" diye sordu. "Bu ülkeden giden Vasail'den (çizgili ince Yemen kumaşından) örtülmüştür. " dediler. Ebrehe "Mesih üzerine yemin ederim ki: ben, size ondan daha iyisini yapacagim !" dedi. Kayser'e yazarak San'a'da bir kilise yapmak istediğini bildirdi ve bu hususta kendisine yardim edilmesini istedi. Kayser, Ebrehe'ye sanatkarlarla Mermer ve mozaik gönderdi. Ebrehe, meşhur Me'rib Kraliçesi Belkisin metrük sarayından da, ise yarayan tas, mermer gibi ne varsa, hepsini San'a'ya taşıttırdı. Kilisenin inşasını, çok siki tuttu. Iscilerden her hangi birisi, güneş dogmadan işinin başında bulunmayacak olursa, Ebrehe'ye götürülür, o da, ceza olarak o işçinin elini keserdi! Nitekim, işçilerden birisi, işinin başına erkence gelmekte gecikmiş güneş doğmuştu. Cezadan bağışlanmasını, Ebrehe'den rica etsin diye ihtiyar annesini de,yanında getirmişti.Kadıncağız, oğlunun mazeretini arz edip bağışlanmasını dilemişse de, Ebrehe "Ben, kendimi yalancı çıkaramam!" diyerek isçinin elinin kesilmesini emir etti. Bunun üzerine, ihtiyar kadın, " Demir baltanla vur (elleri, kolları kes) bakalım. Bu gün, hakimiyet senin amma, her zaman, senin değildir. Yarin senden başkasıının olacaktır !é dedi. Ebrehe "Onu, yanıma getiriniz!" dedi. Getirilince, kadına "Bu Kırallık, benden başkasına da, geçecek midir?" diye sordu. Kadın, hiç çekinmeden ' Evet ! ' dedi. Ebrehe, Kuleys kilisesinin, üzerine cikinca, Aden denizini göre bilecek derecede yükseltmek niyetinde idi. Fakat, "Bu günümden sonra, taş üstüne taş koymayacağım!" diyerek kadının oğlunun elini kesmekten vaz geçti. Halkı da, çalışmaktan af etti. Yapılan Kilisenin dışından yüksekliği, alt mis zira' idi. İçten, on zira' doldurulmuştu. Kiliseye, mermer merdivenle çıkılmakta idi.Kilise, hisarla çevrilmişti Kilise ile hisar arasındaki açıklık, her tarafından iki yüz zira' idi. Kilisenin duvarları, Yemenlilerin Cerup dedikleri süslü taslarla örülmüştü. Taşların aralarına burçları andıran ve birbiri içine girmiş müselles şeklinde, yeşil, kırmızı, beyaz, sarı ve kara taşlar konmuştu. Kilisenin bütün duvarları, yuvarlak biçiminde kara aban us ağaçları ile bölünmüştü. Ağaçlar, bir adamın kucaklayabileceği kalınlıkta idi.Örülen mermerlerin yüksekliği bir zira' idi. Mermerlerin üzerine, San'a dağının parlak kara taşlarından, onların üzerine, parlak sarı taşlarından, onların üzerine de, parlak ak taşlarından örülmüşt. Kulleys kilisesinin duvarlarının kalınlığı altı zira' kapısının yüksekliği on zira, genişliği dört zira idi. Ebrehe, kilisenin kapısının üzerini altın levhalarla kaplattı. Altın çivileri, birbirlerinden, mücevherlerle ayırdı. Kapıya, kırmızı büyük bir yakut yerleştirdi. Kulleys kilisesinin kapısından girilince 40x80 zira genişliğinde nakışla sac ağacından gümüş, altın çivilerle tavanlanmış bir ev vardı. Buradan da, sağ ve sol taraflardan uzunluğu 40 zira'kadar olan bir sofaya girilmekte idi. Sofanın direkleri cini ile kaplanmisti. Sofadan, 30X30 zira genisliginde bir kubbeye girilirdi. Kubbenin duvarları, cini ile kaplan mis olup içinde altın gümüş ile süslenmis çelik levhalar bulunmakta idi. Kubbede günesin doğduğu tarafta 10X10 zira genişliğinde alaca renkte kara mermer konulmuş olup güneş vurduğu zaman, içeriden kubbeye bakanlarin gözlerini almakta ve günesin, ayin ışığını k u b b e n i n içine aks ettirmekte idi. HALKIN KULLEYS KİLİSESİNİ TAVAF VE ZİYARETE ÇAĞIRILIŞI Ebrehe, Kulleys kilisesini yaptırdıktan sonra, ona kapıcılar, bakıcılar da tayin etti. Kulleys'in içinde buhur yakılmağa başlandı. Kısa zamanda isten, misk bulaşığından duvarlar kararıp mücevherler görünmez oldu. Ebrehe, emr etti. Halk, Kulleys'i, tavaf ve ziyarete başladılar. Ebrehe, ayni zamanda bütün Yemen ülkesinde bulunanlara, Kulleys'i hacc ve ziyaret etmeleri gerektiğini ilan etti. Bu, Arapların çok ağrına gitti.Kulleys kilisesine ve onu yaptıran Ebreheye kin bağladılar. Hatta bir bedevi Arap Kulleys kilisesinin içerisine pisledi. Bazı Arap kabilelerinden Arabiler Kulleys kilisesinde çalışan hademeleri sarhoş ederek kilise içerisine kokmuş leşler, pislikler attılar.Bunu duyan Ebrehe kızarak bunu muhakkak Araplar yapmıştır diyerek öfkelendi ve Kabeyi yıkmak için Necaşiden yardim istedi.Necaşi yardim maksadıyla elinde bulunan ogünün en iri Fili olan Mahmud`u ve askerlerini gönderdi. Ve Ebrehe ,Kabeyi yıkmak için yola çıktı. | |
| | | WhampiéR Admin
Mesaj Sayısı : 1106 Yaş : 33 Nerden : Menekshe^min kaLbinden... Ruh haLi : Kayıt tarihi : 29/07/08
| Konu: Geri: İslam Tarihi C.tesi Ara. 20, 2008 9:08 am | |
| FİL VAKASI (EBABİL KUŞLARI) Kâbe'yi yıkmak üzere büyük bir orduyla gelen Yemen valisi Ebrehe'nin ordusuna saldıran kuşlar. Ebâbil, Arapça'da "bölükler, sürü, sürüler" demektir. Kelime, Kur'ân-ı Kerim'de Fil sûresinin üçüncü âyetinde geçmektedir. Fil sûresinde olay şöyle anlatılmaktadır: "Görmedin mi Rabbin fil sahiplerine ne yaptı? Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? Üstlerine sürü sürü kuşlar gönderdi. Onlara çamurdan sertleşmiş taşlar atıyorlardı. Nihâyet onları yenilmiş ekin yaprağı gibi yaptı." (el-Fil, 105/1-5). Bu olay Hz. Peygamber'in doğduğu yıl olmuş ve orduda bulunan fil/fillerden dolayı Araplar arasında "Fil Vak'ası", geçtiği yıl ise "Fil Yılı" olarak meşhur olmuştur. Olay kaynaklarda şöyle zikredilmektedir: Habeşistan Kralı Necâşi Ashame'nin, Yemen'e hükümdar tâyin ettiği Ebrehe b. Sabbah el-Eşrem, Mekke'ye giden kervan ve Kâbe ziyaretçilerini çekmek ve San'a şehrini ticaret merkezi haline getirmek üzere burada Kulleys veya Kalis denilen bir tapınak (kilise) yaptırdı. Ancak tapınağa gelen olmadığı gibi Fukaym kabilesine mensup bir Arap veya bir grup Arap kiliseye girerek pislediler. Bunu öğrenen Ebrehe çok kızdı ve Kâbe'yi yıkacağına yemin etti. Büyük bir ordu ve gayet iri cüsseli "Mamud" adlı fili önde olduğu halde Mekke'ye yöneldi. M.S. 570 veya 571 yılında altmış bin asker ve on yahut dokuz fille yola çıktı. (İbnü'l-Esir, el-Kâmil fi't Târih, Nşr: Tornberg, Beyrut 1965, I, 442). Ebrehe yolda Yemen kralı Zû Neferi bozguna uğrattı, ardından Has'amlıları yendi ve bunların Nufeyl b. Nubeyb adındaki liderinin hayatını bağışlayarak kendisine Mekke'ye gidişte rehber yaptı. Taif'teyken Sakif'liler tanrıları Lât'ı korumak uğruna Ebrehe ile işbirliğine yanaşıp Ebû Regal'i ona rehber olarak verdiler. Ebrehe'nin fillerin desteğindeki muazzam ordusunun karşısında hiçbir ordu dayanamadı ve Kureyş'liler bu gelişe bakarak Kâbe'nin yıkılacağına kesin olarak inanmaya başladılar. Abdülmuttalibin Ebrehe ile Görüsmesi Mekke yakınında Mugammes denilen yerde Ebrehe ordusu çadırlarını kurdu ve çevredeki Mekke'lilere âit develeri yağmaladılar. Burada, Ebû Regal öldü. Develerin içinde Abdülmuttalib'in de iki yüz devesi vardı. Ebrehe'nin elçisi Hınata el-Himyeri Mekke'ye giderek Kureyş'lilerin ileri gelenleriyle görüştü ve "Kâbe'yi tavaf etmeyi bıraktıkları takdirde onlara saldırmayacaklarını" söyledi. Onlara sadece Kâbe'yiyıkmak için geldiklerini, kendileri ile savaşmayacaklarını bildirdi (İbnü'l-Esir, a.g.e., s.443). Abdülmuttalib, "Biz onunla savaşmak istemiyoruz, buna gücümüz de yetmez. Orası Beytullah'tır, eğer korursa O (Allah) Harem'i korur" dedi; develerini görüşmek üzere Ebrehe'nin yanına vardı. Abdülmuttalib'e iyi davranan ve önce onu takdirle karşılayan Ebrehe, Abdülmuttalib develerini isteyince şöyle dedi: "Seni ilk gördüğümde gözüme büyük bir şahsiyet olarak görünmüştün. Ama sen Kâbe'nin korunmasını isteyeceğin yerde develerinin peşine düşünce gözümden düştün." Abdülmuttalib, "Ben develerin sahibiyim. Kâbe'nin de sahibi var, O onu korur" dedi. Abdülmuttalib develerini alıp Kureyş'lilerin yanına döndü, onlara olup biteni anlattı ve hepsi, muhtemel bir katliâma karşı Mekke'den ayrılıp dağlara çekildiler. Fillerin Yere Cökmesi Sabaha karşı Ebrehe, Mekke'ye ilerledi. Mamud denilen büyük fil, şehre yaklâşınca yere çöküverdi; kalkması için çok uğraştıkları halde kalkmadı. Öteki fillerin de, Kâbe yönünde sürüldüklerinde yere çöktükleri, başka bir yöne yöneltildiklerinde koşarak kaçmaya çalıştıkları görüldü. Bu mucizeyi olayın sıhhati Hz. Peygamber (s.a.s.)'in Kusva adlı devesinin Mekke yakınlarında çökmesi olayında, Nebi (s.a.s.)'in söylediği sözlerle sâbit olmuştur: Devesi çökünce Rasûlullah'ın ashâbı, "Deve çöktü" dediğinde, Rasûlullah; "Hayır, Kusva çökmedi, yalnız onu 'Fili engelleyen' engelledi" buyurmuştur. Buhâri ve Müslim'de, Rasûlullah (s.a.s.)'in Mekke'nin fethi günü şöyle dediği nakledilmektedir: "Yüce Allah filleri Mekke'ye girmekten alıkoydu. Ama Rasûlünü ve mü'minleri oraya gönderdi. Dün olduğu gibi bugün de oranın hürmeti iâde olmuştur. Dikkat edin, hazır olan olmayana bildirsin. " Kuşlarn Ebrehe Ordusuna Saldirmasi Ebrehe ordusu Mekke'ye girerken deniz tarafından, dahâ önce o bölgede hiç görülmemiş, kırlangıca benzer kuş sürüleri bir anda ortaya çıkarak Ebrehe ordusuna saldırdılar. Gaga ve pençelerinde taşıdıkları taşları ve çamurdan balçıkları askerlerin üzerine bıraktıklarında onlar, kurumuş, paramparça olmuş ağaç yaprakları gibi dağıldılar. Rehberleri Nufeyl kaçtı, askerler kuş saldırısında telef olup feci şekilde öldüler; yolda kalanlar, geriye dönenler de helâk oldular. Mekke'liler bu mucizeyi dağlardan seyrederken Allah'ın irâdesi karşısında hayret ve dehşet içindeydiler. Ebrehe, bu saldırıda etleri parçalanmış, çürümüş halde San'aya dönerken, Hasm kabilesinin yaşadığı bölgede göğsü ikiye yarılarak acıklı şekilde öldü (Kadı Beydâvî, Envârü't-Tenzil, Fil Sûresi tefsiri). Kuşlar ve attıkları taşlar hakkında çeşitli rivâyetler vardır. Bu olay Rasûlullah'ın dünyaya geldiği yılda vukû bulduğundan, Peygamberimizin ilk mucizelerinden sayılmıştır. Muhammed b. İshak ve İkrime o yıl çiçek hastalığının Mekke'de yaygınlaştığını söylemişlerdir. Muhammed Abduh (v. 1905)bu rivâyetlerden hareketle Kur'ân'da geçen "Tayran Ebâbile" ifâdesiyle kastedilenin "sinekler" olduğunu ayaklarında salgın hastalık mikrobu taşıyan sinek sürülerini Allah'ın, Ebrehe ordusuna musallat kıldığını belirtmektedir. Yeryüzünün en ihtişamlı ordusu ve hayvanları (filleri) ile gelen Ebrehe ve ordusunu Allah, bir ibret olsun diye gözle görülemeyen küçük canlılarla mikroplarla helâk etmiştir. Bu görüşü yukarıda zikrettiğimiz gibi daha önce ilk siyercilerden Muhammed b. İshak da kaydetmiştir. Bu tefsirde önemli olan husus; Muhammed Abduh, Reşid Rıza, ve diğer bazı müfessirlerin, Allah'ın, olağanüstü, fevkalâde, harikulâde mucizesi ile bu Allah düşmanı orduyu helâk edişini dile getirmeleridir. Tefsirlerde kuşların mâhiyeti hakkında değişik görüşler bulunmaktadır. İbn Abbas ile Dahhak, Ebâbil'i "birbiri arkasından gelenler" diye yorumlamışlardır. Hasan-ı Basri ile Katâde, "çok" mânâsına; İbn Zeyd "çeşitli, sağdan soldan gelenler" mânâsına; Mücâhid, "toplu halde arka arkaya gelen" mânâsına geldiğini söylemişlerdir. Kuşların, bölük bölük, karışık türde oldukları anlaşılmaktadır. Rivâyetlerde kuşlar; kırlangıca, kekliğe, sığırcığa, yarasaya, hatta "zümrüdü anka"ya benzetilmektedir . "Siccil" kelimesi, taş ve çamur demektir. Yahut, çamurla sıvanmış taş anlamına gelir. "Asf" kelimesi, ağaç yaprağı anlamına gelir. Haşerelerin ağaç yaprağını yiyip ufalttıklarında yaprak yenik yenik hale gelir ki, sûrede anlatılmak istenen budur. Sûrenin anlamı; Allah'ın, Kâbe'nin müdafaasını müşriklere bırakmadığını, saldırganları alışılmadık şekilde helâk ettiğini bize anlatmaktadır. Olayın Gerceklestigi Yer Fil olayı, Müzdelife ve Mina arasındaki Muhassab vadisi arasında bulunan Muassıb'da meydana gelmiştir. Müslim ile Ebû Dâvûd, Câbir'den rivâyetle onun şöyle dediğini yazarlar: "Rasûlullah Müzdelife'den Mina'ya hareket ettiği zaman Muassıb vadisin de hızlanmıştı." İmam Nevevî bunu şöyle izah etmiştir: "Ashâb-ı Fil olayı burada cereyan etmiştir. Onun için, sünnet olan, hacıların buradan hızla geçmesidir" (Mevdûdî, Tefhimul Kur'an Trc: Muhammed Han Kayanı ve diğerleri, İstanbul 1988, VII, 238) İmam Mâlik de Hz. Peygamber'den, "Müzdelife durma yeridir, ama Muassıb vadisinde durulmamalıdır" hadisini nakleder. Müşrik Kureyşlileri bu olay o kadar etkilemiştir ki, üç yüz altmıştan fazla Kâbe putunu unutup yedi yahut on sene Allah'a tapmışlardır. Fil sûresin de Allah, Ashâb-ı Fil'in acı âkıbetinin fecâatine sadece ana hatlarıyla değinmiş ve müşriklere, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in dâvetine karşı çıktıklarında, onların başlarına gelebilecek acıklı azabı hatırlatmıştır. | |
| | | WhampiéR Admin
Mesaj Sayısı : 1106 Yaş : 33 Nerden : Menekshe^min kaLbinden... Ruh haLi : Kayıt tarihi : 29/07/08
| Konu: Geri: İslam Tarihi C.tesi Ara. 20, 2008 9:09 am | |
| Hz. Hasan (radiyallahü teâlâ anh) Peygamber efendimizin torunu, Islam halifelerinin besincisidir. Babasi Hz. Ali, annesi ise Resulullahin kizi Fatima-tüz-Zehra�dir. Beyaz ve güzel yüzlü olup, yüzü Resulullahin yüzüne çok benzeyen yedi kisiden biri bu idi. Resulullaha bundan daha çok benzeyen kimse yoktu. Ismini Peygamber efendimiz koydu. Soyundan olanlara Serif denir. Hz. Hasan, âlemlerin efendisi olan sevgili Peygamberimizin terbiyesiyle yetisip büyüdü. Resulullahin pek çok hadis-i serifi ile övüldü. Peygamber efendimiz Hz. Hasan�i çok sever, ona sefkatle muamele ederdi. Bir defasinda Hz. Hasan, kardesi Hz. Hüseyin ile Resulullahin huzurunda güresiyorlardi. Resulullah efendimiz, Hasan�i tesvik buyururdu. Hz. Fatima, (Babacigim, Hüseyin küçüktür, halbuki siz hep Hasan�in tarafini tutuyorsunuz) deyince, (Ya Fatima! Cebrail, Hüseyin�e yardim ediyor) buyurdu. (Sevahid-ün nübüvve) Ebu Eyyub-el-Ensari, Hasan ile Hüseyin�in Resulullahin huzurunda oynadiklari sirada huzurlarina girince, (Ya Resulallah, bunlari çok mu seviyorsun?) diye sordu. Peygamber efendimiz de, (Nasil sevmem! Bunlar benim dünyada öpüp, kokladigim iki reyhanimdir) buyurdu. Abdullah ibni Abbas rivayet etti: Resulullah, Hasan�i omuzuna almisti. Bir kisi, ya ogul, ne güzel zatin omuzundasin dedi. Resulullah buyurdu ki: (Omuzumdaki de güzeldir.) [Mesabih] Hz. Hasan, hilm (yumusaklik), riza, sabir ve kerem (cömertlik) sahibiydi. Iki defa her seyini Allah rizasi için dagitti. Bol sadaka verirdi. Aldigi bir hediyeye degerinden fazla karsilik verirdi. Alisverislerinde pazarlik eder, ucuz almaya çalisirdi. Kendisine, (Bir günde binlerce dirhem sadaka veriyorsun da bir sey satin alirken niçin uzun uzun pazarlik edip yoruluyorsun) dediklerinde; (Verdiklerimi Allah rizasi için veriyorum. Ne kadar versem yine azdir. Fakat alisveriste aldanmak, aklin ve malin noksan olmasidir) buyurdu. Babasi Hz. Ali sehid olunca, Kufe�de halife seçildi. Kufe, Basra, Irak, Horasan, Mekke, Medine, Hicaz ve Yemen ahalisine, pederi gibi halife oldu. Diger memleketler, Hz. Muaviye�nin elinde idi. Yedi ay sonra, Bagdat yaninda Anbar denilen yerde, ikisinin ordusu harbe hazir iken, Müslüman kani dökülmemesi için, hilafeti Hz. Muaviye�ye birakti. Hz. Hasan daha küçük yastayken, Resulullah efendimiz ona isaret ederek, (Bu oglum seyyiddir. Allahü teâlâ, onun ile, müminlerden, iki büyük firka arasini bulur, baristirir) buyurmustu. Bu hadis-i serif, Resulullahin bir mucizesi olarak tecelli etti. Hz. Hasan Medine�ye geldi. Ölünceye kadar orada yasadi. Zevcesi Cade kiskançlik yüzünden onu zehirleyip ölümüne sebep oldu. (Kisas-i Enbiya), yedinci cüz, 107. sayfada diyor ki, (Hz.Hasan çok evlenir ve çok bosar idi. Aldigi kizlar, ona asik olurdu. Zevcesi Cade, kendisini bosayacagindan üzülerek Hz.Hasan�i zehirledi.) | |
| | | WhampiéR Admin
Mesaj Sayısı : 1106 Yaş : 33 Nerden : Menekshe^min kaLbinden... Ruh haLi : Kayıt tarihi : 29/07/08
| Konu: Geri: İslam Tarihi C.tesi Ara. 20, 2008 9:09 am | |
| 570'li yıllar. Arabistan'da kan davası, fuhuş, putperestlik, içki, kumar, faiz... gibi gayri ahlaki bir ortam, en son haddi ile yaygın olarak yaşanmaktadır. Allah'ü Teala, bu kullarına acıyıp, onları düşmüş oldukları cehalet ( dinden, haktan, adalet-ten, ahlaktan... uzak) ortamdan çekip kurtarması için bir ilaç, şifa olan Kur'an ve onu insanlara anlatıp, açıklayıp, uygulayıp, örnek olacak bir peygamber gönderir. Reçeteyi okuyup, uygulayan; Kur'anı okuyup hayatlarına tatbik eden bu toplum, tüm cahili hastalılardan ( içki kumar, rüşvet...) kurtulurlar. 2000'li yıllar. İslam dünyası, ikinci cahiliye dönemini (İslam öncesi dönemi) yaşamaktadırlar. İnsanlar yeniden içki kumar, fuhuş... bataklığına batmışlardır. Hem de çok daha fazlası ile aşırı olarak... I. CAHİLİYE DÖNEMİ II. CAHİLİYE DÖNEMİ Şarap vardı, Bira, rakı, votka... var, Kumar vardı, Kumarhane (K. evi) var Kadınlar çadırda satılırdı, Kadınlar evlerde satılıyor (Genel ev) Haşhaş vardı, Eroin, kokain, morfin,uyuşturucu...var, Kan davası vardı, Spor fanatizmi, ırkçılık..var, Kız çocuklarını doğunca diri diri gömme vardı, Kürtaj (Kız erkek doğmadan), Soyun erkekten devamı inancı, Aynen var Kılıçla adam öldürme vardı, Füze, makineli ile öldürme var Fal okları vardı, Bilgisayarla fal var, Asrımıza İslam gözü ile baktığımız zaman günümüz müslümanlarının, İslam gelmeden önceki, cahiliye adetleri ile yoğun olarak içice bulunduğunu görürüz. 1400 sene önce , insanları cahiliye adetlerinden ( cehaletten, islami olmayan yaşam tarzından), Kur'an ve O'nun tebliğcisi olan Hz. Muhammed kurtarmıştı. İlaç, insanları 1400 sene önce tedavi etmiş ise, aynı hastalığa tutulan günümüz insanlarını da aynı ilaç ile (Kur'an ve sünnetle- Hz.Resul gibi davranmakla-) kurtarabilir. Yeter ki ona önce inanalım- iman edelim-, sonra onu uygulayalım ve bu uygulamamızda da ihlaslı, samimi olabilelim. Eğer bizler, Kur'ana uyarsak, birbirleri ile harp eden, ahlaksız Arap kavmini bir yüce devlet haline getiren İslam, aynı karışıklığı ve gayrı ahlakiliği ( homo-lezbiyenlikten estens topluma doğru giden toplulukları...) yaşayan toplumumuzu da, yeniden bir dünya hakimi, II. Osmanlı haline getirebilir. Yeter ki inanalım uygulayalım, ihlaslı, samimi olalım. | |
| | | WhampiéR Admin
Mesaj Sayısı : 1106 Yaş : 33 Nerden : Menekshe^min kaLbinden... Ruh haLi : Kayıt tarihi : 29/07/08
| Konu: Geri: İslam Tarihi C.tesi Ara. 20, 2008 9:10 am | |
| Nuh kavmin�in bugün Yukarı Mezopotamya denilen topraklarda yaşadığını ve Musul şehrinin temellerinin Hz. Nuh a.s. tarafından atıldığını okudunuz mu? Ad kavmi�nin Hicaz, Yemen ve Yemame arasında yaşadıklarını ve daha sonra Irak topraklarına kadar genişlediklerini biliyor musunuz? Ya da Semud kavminden Asur belgelerinde bahsedildiğini ve Semudluların Roma ordularında görev aldıklarını; Hz İbrahim a.s.�ın önceleri Ur şehrinde yaşadığını; Ur şehrinin �tanrı-kralı� Urnammu�nun �Nemrud� olduğunu; Lut kavminin bugünkü Lut gölü yakınındaki �Sodom� şehrinde yaşadığını; Sebe halkının Güney Yemen�nin başkenti Sana�ya 50 km uzaklıktaki Maribliler olduğunu ve Ebrehe�nin bunlar arasından çıktığını; Hz. Yunus a.s.�ın Asurluları ıslah için gönderildiğini; onların başkentlerinin Musul civarında Ninova olduğunu; Mısır hükümdarlarından Apophis�in Hz. Yusuf a.s. olduğunu; Hz. Musa a.s.�ın II.Ramses zamanında doğduğunu ve kendisi ile mücadele eden fravunun Menfitah olduğunu; Hz. İsa a.s.�ın Filistin�deki Galile bölgesinde bulunan Nasıra şehrinde doğduğunu; o dönem Filistin topraklarının Romalıların elinde bulunduğunu , Romalıların başında İmparator Tiberus�un olduğunu, biliyor muydunuz? | |
| | | WhampiéR Admin
Mesaj Sayısı : 1106 Yaş : 33 Nerden : Menekshe^min kaLbinden... Ruh haLi : Kayıt tarihi : 29/07/08
| Konu: Geri: İslam Tarihi C.tesi Ara. 20, 2008 9:10 am | |
| CI'RÂNE OLAYI Peygamber Efendimiz'in Huneyn gazvesinde elde edilen ganimetleri dagitimi sirasinda ortaya çikan hâdise. Mekke Fethi'nden hemen sonra Hevâzin ve Sakîf kabilelerinin büyük bir ordu hazirlayarak harekete geçtigini ögrenen Peygamber Efendimiz, derhal Mekke'den takviye edilen ordusuyla düsman üzerine yürümüs, Huneyn'de Hevâzin ve Sakîf kuvvetlerine agir bir darbe vurarak büyük zayiat verdirmisti. Huneyn'den kaçan düsman kuvvetlerinin bir kisminin Evtâs adli bölgede toplandigi, bir kisminin da Tâif kalesine çekildigi ögrenilince, Hz. Peygamber, Evtâs'a; önce Ebû Âmir el-Es'arî'nin idaresinde olup onun sehit düsmesinden sonra da Ebû Mûsâ el-Es'arî'nin idaresine geçen bir seriyye gönderdi ve buradaki düsman birligini tamamen dagitti. Bunu tâkiben, kendisi, elde edilen ganimetleri Ci'râne mevkiinde birakarak, Tâif'e hareket etti ve kaleyi muhâsara altina aldi. Yirmi gün kadar süren muhasaradan sonra tekrar, ganimetlerin muhafaza edildigi Ci'râne bölgesine döndü. Ci'râne, Mekke ile Tâif arasinda, Mekke'ye daha yakin bir mevki olup, burada ayni adi alan bir su kaynagi ve birbirine yakin su kuyulari vardir (Yâkût el-Hamevî, Mu'cemü'l-Büldân, Beyrut 1977, II, 142). Peygamber Efendimiz burada on gün kadar, sayisi büyük bir miktar tutan esirleri ve bol miktardaki ganimeti askerleri arasinda taksim etmeksizin bekledi. Maksadi, müslüman olarak gelip kendisine müracaat edeceklerini ümit ettigi Hevâzin heyetine esirleri ve ganimet mallarini iade etmekti. Fakat Hevâzinliler gecikti. Bu arada henüz yeni müslüman olduklari için Islâmî bir suura iyice erememis ve mal hirslisi olan bazi bedevîler ile birtakim münâfiklar, ganimetleri kendilerine dagitmasi konusunda Hz. Peygamber'i zorladilar; hatta kaba tavirlarla O'nu rencide ettiler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, Beytü'l-mâl hissesi olarak 1/5'i yani Humus'u* ayirdiktan sonra, mevcut esirleri ve ganimeti askerleri arasinda taksim edip dagitti. Fakat bu taksimattan sonra Hevâzin heyeti gelip kabile olarak müslüman olduklarini belirttiler ve esirler ile mallarinin iadesini istediler. Taksimat dolayisiyla Peygamber Efendimiz bu ikisinden ancak birisinin iadesini saglayabilecegini ifade etti ve Hevâzinliler'in istegi üzerine esirler kendilerine, Islâm askerlerinin rizasi alinarak geri verildi. Iadeye razi olmayan bazilarina da ilk zaferde bunu fazlasiyla telafi edecek ganimet verilecegi va'dedilerek is halledildi. Bu arada esirler arasinda bulunan Hz. Peygamber'in Hevâzinli süt kardesi Seymâ bint el-Hâris, Peygamber Efendimiz'e gelerek O'nun iltifatlarina mazhar olmustu. Bunun ardindan Hz. Peygamber, Beytü'l-mâl hissesi olarak ayrilan ve harcama yetkisi tamamen kendisinde bulunan Humus'tan müellefe-i kulûb (kalbleri Islâm'a isindirilacak kimseler)'a bol ihsanlarda bulundu. Bunlar daha ziyade, Mekke fethi ile yeni müslüman olmus Kureysliler ve Kureys reisleri ile bazi bedevî kabile reisleri idi. Bu fondan, samimi müslümanlara, bu arada Ensâr'a hiç hisse verilmemisti. Çünkü onlar Islâm'a mal kaygusuyla bagli degildiler. Ama bu dagitim, bazi sizlanmalara, hatta itirazlara sebep teskil etti. Ensâr içerisinde bulunan bir münâfik: "Bu, Allah'in rizasi gözetilmemis bir dagitimdir." dedi. Diger kabile reislerine oranla kendisine daha az ganimet verilmis olan Süleym kabilesi reisi Abbâs b. Mirdâs, söyledigi bir siirle bu duruma itiraz etti. Bunlara karsi Peygamber Efendimiz sabir gösteriyor ve mümkün oldugu derecede istekleri yerine getiriyordu. Bu sirada Temîm kabilesinden Zü'l-Huveysira adinda biri, Hz. Peygamber'in karsisina çikip kaba bir sekilde: "Âdil ol ey Muhammed! Senin adil davranmadigini görüyorum." deme küstahliginda bulundu. Bu tavrina karsi ashab-i kirâm'dan bir kismi onu öldürmek için Hz. Peygamber'den müsâade istedilerse de Peygamber Efendimiz buna izin vermedi ve: "Bunun öyle taraftarlari olacak ki, bunlarin namazi karsisinda sizden biri kendi namazini az görecek; bunlarin orucu karsisinda kendi orucunu az bulacak. Bunlar Kur'an okuyacaklar; ama Kur'an bogazlarindan asagi inmeyecek. Bunlar, okun avi delip süratle çikip gittigi gibi Islâm'dan süratle çikacaklar... " buyurdu. Hz. Ali döneminde ortaya çikan Hâricîler'in bu adam ve taraftarlarindan olustugu söylenir. (Bu konuyla ilgili hadisler ve muhtelif varyantlar için bk. Buhârî, Menâkib, 25; Megâzî, 61; Müslim, Zekât, 142-160) Fakat bu sirada Hz. Peygamber için bütün bunlardan daha üzücü bir hâdise cereyan etti. Münâfiklikla itham edilemeyecek ve Islâm'a aslinda samimiyetle bagli bazi Ensâr gençlerinde bu dagitim dolayisiyla sizlanmalar görüldü. Bunlar: "Allah, Rasûlüne rahmet etsin; kiliçlarimizdan henüz Kureysliler'in kani akarken Rasûlullah bizi birakiyor da Kureysliler'e ihsânda bulunuyor!" diyorlardi. Dostlarindan gelen bu sözleri duyunca fevkalâde üzülen Peygamber Efendimiz, tüm Ensâr'i büyük bir çadirda toplayip, kulagina gelen sözlerin mahiyetini sordu. Ensâr ileri gelenleri ve büyükleri, kendilerinin ve Ensâr'in büyük çogunlugunun da bu sözleri tasvip etmediklerini, ancak bâzi Ensâr gençlerinin art niyet tasimaksizin, sâdece kendilerine de ihsanda bulunulmasini arzu ederek böyle söylediklerini belirtip onlar adina özür dilediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz kalkip etkili bir konusma yapti. Konusmasinda: "Ey Ensâr! Kendilerine mal verdigim bu adamlar, mal ve mülkleri ile, deve ve koyun sürüleri ile yurtlarina dönerken, siz araniza Allah'in Rasûlü'nü alip memleketinize dönmeye razi degil misiniz? Ben, bu kimselere ancak kalblerini Islâm'a kazanmak için ihsanda bulunmusumdur" buyurarak bu dagitiminin hikmetini açikliyor, bu arada Ensâr'a verdigi deger ve önemi de belirtiyordu. Rasûlullah'in konusmalarindan sonra tüm Ensâr, büyük bir heyecan ve gözyasi içinde O'ndan özür dilediler. Böylece taksimat isi tamamlandiktan sonra Peygamber Efendimiz, ihrama girerek Mekke'ye umre yapmaya gitti. Umreyi îfasindan sonra tekrar Ci'râne'ye gelip ashabi ile Islâm devletinin merkezi Medine 'ye avdet etmek üzere Ci'râne'den ayrildi. Burada bu günlerin ve bu olaylarin hatiralarini tasiyan bir de mescid vardir. (Ibn Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, Beyrut 1966, IV, 352-368 | |
| | | WhampiéR Admin
Mesaj Sayısı : 1106 Yaş : 33 Nerden : Menekshe^min kaLbinden... Ruh haLi : Kayıt tarihi : 29/07/08
| Konu: Geri: İslam Tarihi C.tesi Ara. 20, 2008 9:10 am | |
| Davet`in bes devresi olup birinci devresi: Nübüvvet devresidir. Davetin ikinci devresi:En yakin hisim ve akrabayi, Ahiret azabiyla korkutup uyarma devresidir.Davetin ücüncü devresi:Kendi kavmini,Ahiret azabiyle korkutup uyarma devresidir.Davetin dördüncü devresi:Kendilerine, daha önce Ahiret azabiyle korkutup uyarma devresidir.Davetin besinci devresi ise: Zamanin sonuna kadar, bütün Cinlerden ve insanlardan, kendilerine davet erisebilecek olanlari, ahiret azabiyle korkutup uyarma devresidir. PEYGAMBERIMIZIN VAZIFESINI ACIKTAN ACIKLAMASININ EMREDILMESI Peygamberimiz, Tebligin ilk devresi olan nübüvvet devresini üç yil geçirdikten sonra açiktan teblig emri geldikten sonra akrabalari olan Abdülmuttalip ogullarini kendisine inanmalarini ve ona yardimci olmalarini istemisti. Fakat akrabalari kendisine yardim etmedigi gibi Amcasi Ebu Leheb hakaret etmis, bizi buraya bunun için mi çagirdin diyerek hakaret etmisti. Bundan sonra Peygamberimiz, Kureys kabilelerini, Safa tepesi yanina toplayarak onlari Islama davet etti, bu davetten de Kureysilerden açik bir destek alamadi. Hatta Amcasi Ebu Lehep Peygamberimize Hakaret ederek ona tas atti, bunun sonucu Tebbet suresi inzal oldu. ISKENCELER Peygamberimiz tebligi açiktan yapmaya baslayinca Kureysiler müslüman olanlara iskence yapmaya basladilar. Bu iskencelerin en fazlasini Peygamber efendimiz Aleyhisselam görüyordu.Ona, hakaret ediyorlar,namazini kilarken üzerine pislik atiyorlar,geçecegi yollara diken,butrak gibi seyler saçiyorlardi. Secde de iken Deve Iskembesini ve pisligini kafasina atiyorlardi. Diger Müslüman olan insanlarin da hemen hemen hepsi iskence görüyordu. Bunlardan köle ve cariye olanlarin iskencesi öylesine agirlasmistiki tahammül sinirlarini asmisti. En çok iskence gören Sahabileri söyle siralamak mümkün: Bilal-i Habesi,Zinnure Hatun,Ümmü Ubeys,Nehdiyye Hatun,Amir b.Füheyre,Lübeyne Hatun, Ebu Fukeyhe,Habbab b.Eret,Yasir b.Amir,Miktat b.Amr,Suheyb b.Sinan, vb... EBU CEHL'IN PEYGAMBERIMIZI ÖLDÜRMEGE KALKISMASI VE NADR B.HARISIN BIR KONUSMASI , Nadr b.Haris'in Peygamberimiz Hakkindaki Konusmasi: Ebu Cehl, basindan geçeni, Kureysli müsriklerine anlatinca, Nadr b.Haris, kalkip "Ey Kureys cemeati ! Vallahi, sizin basiniza hiç bir zaman, bir benzerile mübtela olmadiginiz,bundan sonra da, kolay kolay çaresini bulamayacaginiz bir is gelmis bulunuyor! Muhammed; Sakaklarina ak düstügünü gördügünüz zamana kadar, içinizde,en çok hosunuza giden bir gençti. En dogru sözlünüz ve en emininiz idi. Nihayet, size getirdigi seyle gelince, ona (Sihirbaz!) dediniz. Hayir! Vallahi, o, bir Sihirbaz degildir! Biz, Sihirbazlari ve onlarin üfürmelerini, dügümlemelerini görmüsüzdür. Siz, ona (Kahin!) dediniz. Hayir! Vallahi, o, bir kahin degildir. Biz, kahinleri ve onlarin titreyislerini, görmüs ve Seci'li sözlerini, dinlemisizdir Siz, ona (Sair!) dediniz. Hayir! Vallahi, o, bir Sair de, degildir. Biz, Siiri görmüs ve onun her çesidini: Hezec'ini, Recez'ini.. dinlemisizdir. Siz, ona (Mecnun!) dediniz. Hayir! Vallahi, o, bir mecnun da degildir. Biz, delilikleri, görmüsüzdür. Onun ise, ne bogulmasi, ne çarpinip titremesi, ne evhamlanmasi, ne de, sözlerini, karistirmasi, vardir. Ey Kureys cemeati! Durumunuzu iyice düsününüz, gözden geçiriniz! Çünki, vallahi, sizin basiniza, büyük bir is gelmistir ! ' ' dedi . Kaynak: Islam tarihi | |
| | | WhampiéR Admin
Mesaj Sayısı : 1106 Yaş : 33 Nerden : Menekshe^min kaLbinden... Ruh haLi : Kayıt tarihi : 29/07/08
| Konu: Geri: İslam Tarihi C.tesi Ara. 20, 2008 9:10 am | |
| MIRACArapça'da merdiven, yukari çikmak, yükselmek anlamlarini dile getirir. Islam'da Hz. Peygamber (s.a.s)' in göge yükselerek Allah'in huzuruna kabul edilmesi olayi. Mirac olayi hicretten bir yil ya da onyedi ay önce Receb ayinin yirmi yedinci gecesi gerçeklesir. Olayin iki asamasi vardir. Birinci asamada Hz. Peygamber (s.a.s) Mescidül-Haram'dan Beytü'l-Makdis'e (Kudüs) götürülür. Kur'an'in andigi bu asama, gece yürüyüsü anlaminda isra adini alir. Ikinci asamayi ise Hz. Peygamber (s.a.s)'in Beytü'l-Makdis'ten Allah'a yükselisi olusturur. Mirac olarak anilan bu yükselme olayi Kur'an'da anilmaz, ama çok sayidaki hadis ayrintili biçimde anlatilir. Hadislerde verilen bilgiye göre Hz. Peygamber (s.a.s), Kâbe'de Hatim'de ya da amcasinin kizi Ümmühani binti Ebi Talib'in evinde yatarken Cebrail gelip gögsünü yardi, kalbini Zemzem ile yikadiktan sonra içine iman ve hikmet doldurdu. Burak adli binege bindirilerek Beytü'l-Makdis'e getirildi. Burada Hz. Ibrahim, Hz. Musa, Hz. Isa ve diger bazi peygamberler tarafindan karsilandi. Hz. Peygamber (s.a.s) imam olarak diger peygamberlere namaz kildirdi. Hz. Peygamber (s.a.s), Beytü'l-Makdis'te kurulan bir Mirac'la ve yaninda Cebrail oldugu halde göge yükselmeye basladi. Gögün birinci katinda Hz. Adem, ikinci katinda Hz. Isa ve Yahya, üçüncü katinda Hz. Yusuf, dördüncü katinda Hz. Idris, besinci katinda Hz. Harun, altinci katinda Hz. Musa ve yedinci katinda Hz. Ibrahim ile görüstü. Cebrail ile birlikte yükselis Sidretü'l-Münteha'ya kadar sürdü. Cebrail, "Buradan bir parmak ucu ileri geçecek olursam yanarim" diyerek Sidretü'l Münteha'da kaldi. Hz. Peygamber (s.a.s) buradan itibaren Refref adli baska bir binekle yükselisini sürdürdü. Bu yükselis sirasinda Cennet ve nimetlerini, Cehennem ve azabini müsahede etti. Sonunda Allah'in huzuruna kabul edildi. Kendisine ümmetinden Allah'a sirk kosmayanlarin Cennet'e girecegi müjdelendi, Bakara suresinin son ayetleri verildi ve bes vakit namaz fari kilindi. Yeniden Refref ile Sidretü'l-Münteha'ya, oradan Burak'la Kudüs'e, oradan da Mekke'ye döndürüldü. Hz. Peygamber (s.a.s) ertesi günü Mirac olayini anlatti. Olayi duyan müsrikler yogun bir kampanya baslatarak Hz. Peygamber (s.a.s)'i suçlamaya, alaya almaya basladilar. Bu kampanya bazi müslümanlari da etkileyerek süpheye düsürdü. Olayin gerçek olup olmadigini arastirmak isteyenler Beytü'l-Makdis'e ve Mekke'ye gelmekte olan bir kervana iliskin sorular sorarak Hz. Peygamber (s.a.s)'i sinadilar. Hz. Peygamber (s.a.s)'in verdigi bilgilerin dogrulugu müslümanlari süpheden kurtardiysa da müsriklerin inatlarini kirmaya yetmedi. Mirac olayi inatlarini ve düsmanliklarini artirarak onlar için bir fitne nedeni oldu. Bu olay karsisindaki tutumu nedeniyle Hz. Ebu Bekr, Hz. Peygamber (s.a.s)'ce "Siddîk" lakabiyla onurlandirildi. Hz. Ebu Bekir olayi kendisine anlatarak hala inanmaya devam edip etmeyecegini soran müsriklere "O söylüyorsa süphesiz dogrudur" cevabini vermisti. Ahad hadislere dayansa da Mirac olayinin gerçekliginde tüm müslümanlar birlesmislerdir. Ancak olayin gerçeklesme biçimi Islam bilginleri arasinda görüs ayriliklarina neden olmustur. Buna göre Ibn Abbas'in da içinde bulundugu bazi bilginlere göre Mirac olayi uykuda gerçeklesmistir. Bilginlerin büyük çogunluguna göre ise uyku durumunda ve rüyada degil, uyanik iken gerçeklesmistir. Fakat bu görüsü savunanlar da Mirac'in yalniz ruhla mi, yoksa hem ruh, hem de bedenle mi oldugu konusunda ikiye ayrilmislardir. Sonraki Kelamcilarin büyük çogunluguna göre mirac olayi uyanikken hem ruh, hem de bedenle gerçeklesmistir. Içlerinde Hz. Aise'nin de bulundugu bazi bilginlerle mutasavviflarin büyük çogunluguna göre ise uyanik durumda iken ama yalniz ruhla gerçeklesmistir. Mirac olayinin gerçeklestigi gece müslümanlarca kadir gecesinden sonra en kutsal gece sayilmis ve bu gecenin ibadetle ihyasi geleneklesmistir. Osmanlilar döneminde, camiler kandillerle donatildigi için Mirac kandili olarak anilan geceyi izleyen gün, cami ve tekkelerde Mirac olayini anlatan ve Miraciye adi verilen siirlerin okunmasi, dinleyenlere süt ikram edilmesi de bir gelenekti. MIRAC GECESINDE PEYGAMBERIMIZE VERILEN HEDIYELER Mirac günü peygamber efendimiz (S.A.V) hediye olarak üç sey verilmisti: Bunlar; Bes Vakit Namaz, Bakara Suresinin Son Ayetleri, Ve Sirk Kosmamak sarti ile ''LA ILAHE ILLALLAH ''diyen her Müslümanin cennete girebilecegi müjdesi. | |
| | | WhampiéR Admin
Mesaj Sayısı : 1106 Yaş : 33 Nerden : Menekshe^min kaLbinden... Ruh haLi : Kayıt tarihi : 29/07/08
| Konu: Geri: İslam Tarihi C.tesi Ara. 20, 2008 9:10 am | |
| PEYGAMBERIMIZIN DOGUMUPeygamberimiz Fil vakasindan 50 gün sonra ,Rebiullevvel ayinin on ikinci Pazartesi günü,tan yeri agarirken, Mekke'de dogdu. PEYGAMBERIMIZ DOGDUGUNDA BAZI HADISELER VUKU'A GELDIPeygamberimiz dogdugunda bazi hadiseler vuku a geldi,bunlardan bazilarini söyle siralayabiliriz eygamberimiz ,Anadan Sünnetli ve göbegi kesik olarak dogdu. Peygamberimiz dogarken, çocuklarin yere düstükleri gibi düsmeyip ellerini ,yere dayamis basini semaya kaldirmis olarak dogdu.Peygamberimiz dogdugu zaman ,bir yildiz dogmus ve bilginler, bu yildizin dogdugu gece,Ahmed dogmustur Dediler.Bir çok Yahudi Alimi Tevrat tan inceleme ile peygamberimizin bu gecede dogdugunu yakinlarina bildirmislerdir. Peygamberimiz dogdugu gece Kisranin sarayindan on dört serefe yikildi. Iranlilarin,bin yildan beri hiç sönmeden yanan Atesgedeleri sönüverdi.Save Gölünün suyu çekildi.Sema ve Vadisini su basti.Iran Sahi, Araplarin, ülkesini istila edecegini rüyasinda gördü,ve telasa düstü. PEYGAMBERIMIZIN BABASI HZ.ABDULLAHPeygamberimizin babasi Hz. Abdullah Kureys'in ileri gelen delikanlilarindan idi. Güzel yüzlü,iki gözü arasinda peygamberlik nurunu tasiyordu.Mekkenin bütün genç kizlari onunla evlenmek için can atarlardi.Babasina o kadar itaatliydi ki babasinin izinden hiç çikmazdi.Hatta birinde babasi Abdulmuttalip Allaha dua etmis ve "Allahim eger bana on erkek evladi verirsen onlardan birini senin için kurban edecegim"demis ,on evladi olunca da Allaha verdigi sözü tutmak için oglu Abdullahi kurban etmek istemistir.Oglu Abdullah babasina itiraz etmemis ve boyun egmistir Etraftan yapilan elestirilerle oglunu kurban etmekten vaz geçmis onun yerine 100 Adet Deve kurban etmistir. Hz. Abdullah hz. Amine ile evlendikten Kisa bir müddet sonra gittigi ticaret kervanindan dönerken yolda hastalandi. Medine'de dayisi Beni Adiy bin. Neccarin yaninda bir ay hasta aldiktan sonra vefat etti.Hz. Abdullah vefat ettigi zaman Peygamberimiz henüz Anne karninda alti aylikti. PEYGAMBERIMIZIN SÜT ANNEYE VERILISIYeni dogan çocuklari süt anneye vermek; Kureys ve sair Arap esrafinin adeti idi. Bu da; kadinlarin kocalari ile daha iyi mesgul olmalarini ve çocuklarinda ,özellikle ,havasinin güzelligi, rutubetinin azligi ve suyunun tatliligi ile taninan yerlerde yasayan serefli kabileler arasinda, saglam vücutlu,siki etli, cesaretli yetismelerini ve düzgün, pürüzsüz konusmayi ögrenmelerini saglamak içindi. Mekke çevresinde ve Harem içinde oturan kabilelerden Süt annesi olanlar, her yil iki defa, yaz ve güz olmak üzere Mekke'ye gelirler,çocuklari alip götürürlerdi. Peygamber efendimizi(A.S) Ben'i Sa'd b.Bekr kabilesinden Süt annesi Halime hatun götürdü. Peygamberimizin Süt kardesleri sunlardir:: Abdullah b. Haris,Üneyse binti.Haris,Seyma bint-i Haris. Peygamberimizi Yetim oldugu için Arap kadinlari kabul etmemis; sadece kabilesine götürecek çocuk bulamayan Halime, eli bos gitmemesi için peygamberimizi kabul etmisti.Peygamberimizi aldiktan sonra Halime ve Ailesinin yasam tarzi bir anda degisti. Bunlardan bazilarini Halimenin dilinden dinleyecek olursak; Halime Hatun der ki;" 0çinde bulundugumuz kuraklik ve kitlik yilinda hiç bir seyimiz kalmamisti. Ben, kir merkebimin üzerinde idim.Yanimizda, yasli bir devemiz vardi,bize bir damla süt vermiyordu. Üzerinde bulundugum merkebin agir yürümesi yol arkadaslarimi çileden cikartiyordu.Nihayet Mekke'ye varip emdirilecek oglan çocuklari aramaya basladk. 0çimizden hiç bir kadiin Muhammedi almak istemiyor,ondan uzak duruyorduk. Çünkü, bizler emdirecegimiz çoçugun babasindan bahisse kavusmayi ve ondan armaganlar almayi bekliyorduk. Bir ara Muhammed in dedesi Abdulmuttaliple karsilastim,bana; Ismin nedir ?diye sordu. Halime dedim. Bana;Ey Halime! Benim yanimda bir yetim çocugum var onu emzirmek için Beni Sa'd kabilesi kadinlarina teklif ettim öksüz oldugu için kabul etmediler. Sen kabul eder misin? Ben ,"bana biraz müsaade ette kocama bir danisayim"dedim. Hemen kocamin yanina döndüm,ona haber verdim. Kocam izin verince Muhammedi aldim. Muhammed bize gelince,evimiz öyle bereketlendi ki kocam la hayretler içinde kaldik.Sütü çekilmis olan devemizde sütler fazlaca akmaya, zayif olan merkebimizi,yolda baska hiç bir binek hayvan geçememege,davarlarimiza inen süt hiç bir davara inmemeye basladi. Peygamberin Çocuklugu daha degi*****. Daha iki Aylik iken,her tarafa yuvarlanmaya çalisiyordu.Üç Aylik olunca day durmaya çalisiyordu.Dört Aylik olunca, duvara tutunup yürüyordu.Bes Aylik olunca bir yere tutunmadan yürüyebiliyordu.Alti Ayi tamamlayinca, yürümeyi hizlandirmisti.Yedi Aylik iken her tarafa gidebiliyor,kosabiliyordu. Sekiz Aylik iken,konusuyor,konusulani anlayabiliyordu.On Aylik iken Ok atabiliyordu. Iki Yili doldurdugu zaman,oldukça, iri ve gösterisli bir çocuk olmustu.Onu Annesine götürdük, Amma,biz,Onun yüzünden gördügümüz hayir ve bereketten dolayi, Yanimizda bir müddet daha tutmaya çok istekli bulunuyorduk. HZ.AMINENIN MEDINE ZIYARETI VE VEFATIHz. Amine Peygamberi de yanina alarak Medine'deki Neccar ogullarindan olan Dayilarini ziyarete gitti. Orada peygamberle, bir ay kadar misafir oldular. Yahudi kavmi peygamberimizi orada görünce onu devamli kontrol edip hal ve hareketlerine dikkat ediyorlardi. Hz. Amine Yahudilerin Peygamberimiz hakkinda takindiklari tavirlardan korkmaya basladi Ve acilen Mekke ye dönmek için yola koyuldular. Hz. Amine, Mekke'ye gelirken, yolda hastalanip Evba köyünde durakladi.Basucunda duran Peygamberimizin yüzene bakti.Sonra da söyle hitap etti: "Ey çekilen dehsetli ölüm okundan, Allah in lutfu ve yardimi ile yüz deve karsiliginda kurtulan zatin oglu!Allah, Seni,mübarek ve devamli kilsin! Eger rüyada gördüklerim dogru çikarsa,Sen Celal ve bol ikram Sahibi tarafindan,Adem ogullarina helal ve harami bildirmek üzere gönderileceksin! Allah, Seni milletlerle birlikte devam edip gelen putlardan, putperestlikten de, esirgeyecek,alikoyacaktir. Her canli varlik ölecektir. Bende ölecegim.Fakat temelli anilacagim Çünkü, temiz bir ogul dogurmus,arkamda hayirli bir ani birakmis bulunuyorum demistir. Ve hz. Amine Ebva da vefat etti.Hazret-i Amine vefat ettiginde 30 yaslarinda idi. Dünyada,böylece Babasiz ve Annesiz kalan Peygamberimizi,yüce Allah,hamisiz birakmadi: Önce dedesi Abdulmuttalibin yaninda, sonra da amcasi Ebu Talib-in yaninda kaldi. Peygamberimiz, sekiz yasina kadar, Dedesi Abdulmuttalibin yaninda,sekiz yasindan sonra da Amcasi Ebu Talib-in yaninda kaldi. PEYGAMBERIMIZIN TICARET HAYATINA ATILISIKureysliler, öteden beri ticaretle ugrasirlardi. Ticaretle ugrasmayanlarin ise,ellerinde hiç bir seyleri bulunmazdi. Peygamberimizin de, hazreti Hatice hesabina ticarete baslamadan önce, ticaretle ugrastigi olmustur. Nitekim, Said b.Ebu Saib, Islamiyetten önce Peygamberimizin ticaret ortagi idi.Peygamberimizin,ticaret yapmak için, sermayesi olmadigindan,hazreti Hatice peygamberimizi ücretle tuttu ve Kureysilerden tuttugu, baska bir zatida, Peygamberimizin yanina katti. Hazreti Hatice yapacagi her sefer için, Peygamberimize, ücret olarak genç ve yigit birer erkek deve veriyordu. Peygamberimiz, Hazreti Hatice'nin ticaret Malini Sam'a götürmek için ,ilk defa dört tane erkek ve genç deveye anlastilar. Peygamberimizle Kervan halki Sam'a gitmek için yola koyuldular: Sam topraklarindan Busraya vardiklarinda peygamberimiz orada getirdigi bütün mallari çok karli bir sekilde satip alacaklarini aldiktan sonra,Mekke'ye yardimcisi olan Meysele ile birlikte geri döndü. PEYGAMBERIMIZIN EVLENMESIPeygamberimiz hazreti Hatice adina ticaret yaparken, Peygamberimizdeki harikulade halleri görmüs ve yardimcisi Meysele ile Peygamberimize evlilik teklif etmisti. Peygamberimiz bu teklifi kabul ederek Kureyslilerin en soylu kadinlarindan olan hazreti Hatice ile evlendi. PEYGAMBERIMIZIN ÇOCUKLARIPeygamberimizin, hazreti Haticeden,iki erkek çocugu,dört kiz çocugu dogmustur Isimleri söyleydi: Kasim, Abdullah, Zeynep,Rukayye ,Ümmü Külsüm,Fatima ve Cariyesi Misirli Maria'dan dogan Ibrahim'dir. KABENIN KUREYSILERCE YENIDEN YAPILISI VE PEYGAMBERIMIZIN HAKEMLIGIBir Kadin, Kabe Hareminde buhurdanlikta Öd agaci yaktigi sirada , buhurdanliktan siçrayan bir kivilcimdan Kâbenin kat kat olan örtüsü tutusup tamami ile yanmis, bu yüzden duvarlar da her taraftan gevseyip çatlamis bulunuyordu. Zaman, zaman sahilden gelen sel baskinlari ilede Kâbenin tabani ve duvarlari da iyice yikilacak duruma gelmisti. Bunun icin,Kureysliler Kabenin duvarlarini onarip saglamlastirmak ve üzerinede,tavan çatmak istiyorlar,fakat, yikmaga kalkarlarsa azaba ugrayabileceklerinden korkuyorlar,aralarinda mesvere ediyorlardi. ** bu sirada Rum tüccarlarindan birisine Ait olan insaat malzemesi yüklü bir gemi Cüdde sahillerinde parcalandi,bunu firsat bilen Kureysliler aralarinda yardimlasarak bu batan gemiden Kabe insaasi için gerekli malzemeleri almis oldular.Ve Kâbenin insaatina basladilar. Hacerül Esved tasi yerine konulacagi zaman kabileler ,birbirleriyle anlasamadilar. Hatta isi okadar ilerlettiler ki aralarinda kavga yapmaya çok az bir zaman kaldi. Kureysiler, Bu is üzerinde, dört veya bes gece durdular. Sonra Kureysin yaslilarindan Ebu Ümeyye b. Mugire bir teklifte bulundu; Teklifine göre ,mescidin kapisindan giren ilk kisi bu tasi koymak için hakem olacakti. Bütün kavmin ululari bu teklifi kabul ettiler. Tam bu sirada peygamberimiz içeri girdi, bütün kureysliler el çirparak El-Emin'in hakemligine raziyiz dediler. Peygamberimiz de hakemlik yaparken bütün kabilelerden birer kisi alarak Hacerul Esved-i bir beze koydurdu,ve onu konulacak yere getirttikten sonra besmele çekerek kendi elleriyle Hacerul-Esvedi yerine koymus oldu. | |
| | | WhampiéR Admin
Mesaj Sayısı : 1106 Yaş : 33 Nerden : Menekshe^min kaLbinden... Ruh haLi : Kayıt tarihi : 29/07/08
| Konu: Geri: İslam Tarihi C.tesi Ara. 20, 2008 9:11 am | |
| HAZRETİ PEYGAMBERIN ELÇİLERi Hudeybiyeden dönüldükten sonra bütün insanlara ve cinlere Peygamber olarak gönderilen son peygamber Hazreti peygamber tarafindan , Islam dinine davet icin etraftaki hükümdarlara gönderilmek üzere , Hicretin Yedinci senesi Muharrem ayında altı tane mektup yazıldı. Hükümdarlar Mühre Itimat ettiklerinden, gümüşten bir mühür yaptırıldı. Üzerine ”Muhammed Rasulullah” diye Kazıtıldı. Yazılan mektuplara bastırıldı.Her Mektubu götürmek icin birer elçi seçildi ve gönderildi. Necaşi, Yani Habeş Sultanı Bahr oglu Ashama ya Amr bin Umeyye gönderildi Necaşi Amr bin Umeyye ye layik olduğu ikrami yapmiş ve gereken hürmeti göstermiştir. Ve kendiside Gizlice Müslüman olmustur. Rum Kayseri de Hazreti Muhammedin Mektubunu saygili bir sekilde eline alip yüzüne sürmüs ve Dihye `ye pek cok hürmet edip bir cok hediyeler vermistir. Cünkü Rum Kayseri ile Iran Kisrasi arasinda bir süredir sert carpismalar oluyordu. Önce Kisra üstün gelerek Suriyeyi almis ve bütün Arabistani benimsemisti. Iranlilar Müsrik oldugundan, bütün Ehl-i Kitabin düsmani idiler. Rumlar ise Ehli Kitab olan Hiristiyan dininde bulunuyorlardi.Iranlilarin Rumlara üstün gelmesinden dolayi Kureys Müsrikleri sevinmisler müslümanlar ise üzülmüslerdi. Yemame Hükümdari Hevze`ye Selit Amiri gönderilmisti. Hevze Mektubu alip okudugunda eger Peygamber beni kendisine veliaht tayin ederse iman ederim demis Peygamberimiz ise "Ya Rabbi sen onun hakkindan gel "diyerek dua etti ve kisa bir zaman sonra Hevze Kafir olarak ölmüstür. Gassan Hükümdarina Şuca Esedı (r.a)gönderılmiş Gassan Hükümdarı Ebu Şimr Gassani gelen Mektubu yırtıp atmış ve ‘’İşte ben onun üzerıne ordu gönderiyorum ‘diyerek kötü muamelede bulunmuştu. Peygamberimiz bu haberi duyunca ‘ Memleketi yok olsun’ diyerek beddua etmiş, çok geçmeden Haris , küfür üzere ölerek cehennemi boylamıştı. İran Kisrası Husrev Perhiz’e Abdullah bin Huzafe gönderilmişti. Hüsrev Perhiz Rasulullahın Mektubunu Hiddetlenerek yırtıp attı ve emrındekılere ‘’Şu hicaz tarafında peygamberlik davası güden adamı bana gönderın’’ diye emretmiş fakat çok kısa bir süre sonra oda oğlununbaskınına uğrayıp öbür dünyayı boylamıştır. | |
| | | WhampiéR Admin
Mesaj Sayısı : 1106 Yaş : 33 Nerden : Menekshe^min kaLbinden... Ruh haLi : Kayıt tarihi : 29/07/08
| Konu: Geri: İslam Tarihi C.tesi Ara. 20, 2008 9:11 am | |
| Çokluğa Aldanılmaması Peygamberimiz, seher vakti orduyu savaş düzenine koydu. Bayraktar ve sancaktarlara, bayrak ve sancaklarını verdi. Muhâcirlerin sancağını Hz.Ali'ye, bayraklarını Sa'd ibn-i Ebi Vakkas'a ve Hz.Ömer'e verdi. Hazrecinkini Hubab ibn-i Münzir'e, Evsin sancağını Useyd ibn-i Hudayr'a ve diğer sancakları kabîle reislerine verdi. Kendisi de zırhını ve miğferini giyerek devesine bindi. Müslümanları harbe teşvik etti. Sadakat ve bağlılık gösterirler, güçlüklere göğüs gererek sebat ederlerse, fetih ve zafere kavuşacaklarını müjdeledi. Müslümanlar, daha önce hiç görmedikleri çokluk ve kalabalıklarını görünce, biraz kendilerine güvendiler. Baştan aşağı silahlanmış askerlerin yürüyüşünden çöl âdeta titriyordu. «Artık bize azlık yüzünden mağlup olmak yok. Bu ordu hiç mağlub olur mu?» diye düşünenler olmuştu. Huneyn vâdisine, sabahın alacakaranlığında savaş düzeni hâlinde inilmeğe başlanmıştı ki, vâdinin etrafında pusu kurmuş olan düşmanın çenberine düşüldü. Gururlanmak Müslümanlara ve hele hele şerefli Eshaba hiç yakışmayacağı için Mevlâmız bu durumu hem onlara ve hem de onların şahsında kıyamete kadar gelecek olan bütün Müslümanlara ibretli bir ders kıldı. Gururla laf söyleyen Müslümanlar, daha sözlerini bitirmeden, düşman, boğazın dar yerindeki pususundan kalkarak Müslümanları ok yağmuruna tuttu. Bu âni karşılaşmadan sonra, Müslümanların ordusunda bir bozgun baş gösterdi. Peygamberimiz'le birlikte gelip, Müslümanların bozguna uğradıklarını gören bâzı Mekkeliler, (kalbinde henüz Müslümanlık kökleşmemiş olan yeni Müslümanlardan bâzıları) kendi aralarında konuşmağa başladılar. Ebû Süfyan; "Bu bozgunun denize kadar önü alınmaz" dedi. Birisi de; "Bugün sihir bozuldu." demişti. Süheyl ibn-i Ömer; "Muhammed ve Eshab'ı bir daha düzelemez, savaşamaz" dedi. Ikrime ibn-i Ebû Cehil; "Bu, yerinde bir söz değildir. İşler ancak Allâh'ın elindedir. Muhammed (S.A.V)'in elinde bir şey yoktur. Bugün harp, O'nun aleyhine ise, yarın muhakkak O'nun lehine olacaktır." dedi. Allâh'ın Yüce Peygamberi, harp meydanında Hz.Ebû Bekir, Hz.Ömer, Hz.Ali, Hz.Abbas... (R.A.) ile kalıverdi. Kaçanlar mağlubiyet ve bozgun haberini Mekke'ye ulaştırdı. Allâh'ın Nusreti İle Müslümanların Tekrar Toparlanması Bu karışık durumda Peygamber Efendimiz, kaçanları durdurmağa çalışıyor, koca bir düşman ordusu karşısında yalnız kaldığı halde yine dâvasından dönmüyor, hak dâvasında sabit olduğunu ısrarla belirtiyor, düşmanlara ve kaçanlara karşı sağına soluna dönerek; "Enen'nebiy lâ kizib, enebnü Abdülmuttalib lâ kizib" diye haykırıyordu. Fakat, kaçışanlardan hiçbirinin döndüğünü görmüyordu. Ayrıca, bu esnâda amcası Abbas'ın gür sesi dağılanları, Peygamberin etrafında toplanmağa çağırıyordu. Hz.Abbas, Medînede seher vakti Kâ'b mevkiindeki hizmetçilerine Seli dağının tepesinden seslenir ve sekiz millik uzaklıktan sesini onlara duyururdu. Hz.Abbas (R.A.); "Ey Ensar topluluğu! Ey Rıdvan bîatı topluluğu! Ey Akabede bîat eden Ensar! dönünüz...!" diye seslendi. Bütün vâdide olanlar O'nun gür sesini işitti. Hepsi ölüm üzere yaptıkları bîatı hatırladılar. Duyan mıhlanıp kaldı. Mıhlanıp kalan önündekini durdurdu. Dâveti işiten Müslümanlar, "Lebbeyk, Lebbeyk (emrindeyiz, emrindeyiz)" diyerek atlarının ve develerinin eğerlerini geri çevirerek Allah Rasûlüne doğru koştular. Onların bu dâvete icâbet edişleri develerin, ineklerin yavrularını özleyerek gelişlerini andırıyordu. Sanki, evvelâ geri dönenler başka, tekrar dönenler başka insanlardı. Sanki, Sahâbilik onlardan bir an kalkar gibi olup tekrar yerine oturmuştu, nehir tersine dönmüştü. Hep birden toplanıp düşmanın üstüne sel gibi atıldılar. Fahri Kâinât o esnâda; "işte fırın şimdi kızıştı." buyurdu. Yerden bir avuç toprak alarak, müşriklerin yüzüne doğru «yüzleri kara olsun» diye savurdu. Büyük bir mûcize zuhur etti. Havazinlilerden, gözlerine ve ağızlarına toprak veya kum dolmadık bir kimse kalmadı. Gökten düşen demir parçalarının taşların üzerine vurmasıyla çıkan sesler gibi sesler duyulmağa başladı. Hz.Ali onların bayraktarlarını da öldürünce, şiddetleri kesildi. Müslümanların elinden kurtulmak için, son sür'at kaçmağa başladılar. Kısa zamanda düşman dağıldı. Artık öldürülen öldürülene, esir edilen esir edilene, kaçan kaçana... Tam gâlip gelecekleri sırada, mağlub olup hezimete uğramaları onlara büyük bir ders olmuştu. Talha Hazretleri, müşriklerden 20 kişiyi katlederek rekor kırmıştı. Hâlid ibn-i Velid (R.A.) da çok düşman katletmesinden dolayı, derin yara almıştı. Huneyn Muhârebesinin bidâyetinde Müslümanlar, biraz mağlubiyet acısını tattıktan sonra Allâh'ın yardımıyla gâlip geldiler, zafere eriştiler. Bu hususu Kur'ân-ı Kerim'de, Cenâb-u Hakk şöyle beyân ediyor: "Andolsun ki Allah, bir çok harp yerlerinde ve Huneyn gününde size yardım etmiştir. O Huneyn günündeki çokluğunuz, o zaman size ucub vermişti. Bu, size gelecek kazadan bir şeyi gidermeğe yaramamıştı. Yeryüzü o genişliğine rağmen size dar gelmişti. Nihâyet bozularak gerisin geri dönüp gitmiştiniz. Sonra Allah, Rasûlü ile mü'minlerin üzerine sekînetini «kuvve-i mâneviyesini» indirdi, görmediğiniz, «melek » ordularını indirdi ve kâfirleri azaplandırdı. Bu, o kâfirlerin cezâsı idi." (Sûre-i Tevbe, âyet 25-26). Müşriklerden 300 kişi öldürülmüş, Müslümanlardan 70 şehid verilmişti. Ayrıca bu harpte, daha önceki harplerin hiçbirinde elde edilmeyen ganîmet elde edildi. Şöyle ki: 24.000 deve, 40.000 koyun, 4.000 okka gümüş, 6.000 esir alındı. Müşriklerin kumandanı Mâlik'in bozulan ve kaçan ordusunun bir kısmı Tâif'e sığındı, diğer bir kısmı ise Nahle'ye, geri kalanlar da Evtas mevkiinde karargâh kurdular. Rasûlü Ekrem, Evtas'da onları tâkip vazîfesini Ebû Amr (R.A.)'a vermişti. Ebû Amr, onlarla çarpıştı. Birçoklarını öldürdükten sonra ağır yaralanınca, yerine Ebû Mûsal Eş'arî'yi geçirdi. Ebû Mûsal Eşari, onları bulundukları yerde perişan etti. Mallarını ve aldığı esirlerle birlikte geri dönüp, Rasûlüllah'a geldi. Büyük Vefâkarlık Esirlerin içinde, beni Saad kabîlesinden Hâris'in kızı Şeymâ da vardı. Şeymâ, Rasûlü Ekrem'in süt kızkardeşi olduğunu haber verince hemen huzura çıkarıldı. Rasûlü Ekrem, süt kardeşini hemen tanımış ve gözlerinden yaşlar akmağa başlamıştı. Onunla alâkadar oldu. Hırkasını çıkarıp yere serdi. Onu üzerine oturttu. Ona çok hürmette bulundu ve kendisine bir köle, bir cariye, iki deve ve bir miktar koyun vererek, kabîlesinin Müslüman olanlarına iâde etti. Havazin'den, Peygamber Efendimize ricâda bulunmak için bir heyet gelmişti. Peygamber Efendimiz onlara; "Malınızı mı yoksa âilelerinizi ve çocuklarınızı mı istiyorsunuz?" diye sordu. Onlar da; "Âile ve çocuklarımızı istiyoruz" dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz, kendisine ve Abdulmuttalib oğullarına düşen esirlerin hepsini serbest bıraktı. Bunu gören diğer Eshab da kendilerine düşen bütün esirleri serbest bıraktı. Böylece 6 bin esir serbest bırakılmış, hürriyetlerine kavuşturulmuş oldu. Rasûlü Ekrem, Havazin reîsi Mâlik'e haber göndererek: "Eğer gelip Müslüman olursa, onun da âilesi kendisine verilecektir." buyurdu. O da geldi Müslüman oldu. Peygamber Efendimiz, onun da âilesini serbest bıraktı. Mallarından ayrı olarak kendisine 100 deve de verdi. Havazinliler ve Mâlik çok duygulandılar ve çok sevindiler. Kalpleri fetholdu. Müslüman oldular. | |
| | | WhampiéR Admin
Mesaj Sayısı : 1106 Yaş : 33 Nerden : Menekshe^min kaLbinden... Ruh haLi : Kayıt tarihi : 29/07/08
| Konu: Geri: İslam Tarihi C.tesi Ara. 20, 2008 9:11 am | |
| HABEŞİSTAN HİCRETİ Müslümanların Mekke müşriklerinin zulmünden kurtularak İslâm'ın öngördüğü biçimde özgürce yaşayabilmek amacıyla Habeşistan'a yaptıkları göç. Müslümanlar, ilki Hz. Muhammed'in peygamberlikle görevlendirilişinin beşinci yılında (614), ikincisi de altınca yılın (615) başlarında olmak üzere iki defa hicret ettiler. Bu hicretler birinci Habeşistan hicreti ve ikinci Habeşistan hicreti olarak adlandırılır. Kur'an'da hicret, cihaddan sonra en önemli eylem olarak değerlendirilir. Bunun nedeni açıktır. Bir mümin için en önemli şey imanı ve imanının gereklerini yerine getirerek Allah'ın rızasını kazanmaktır. Gerçek bir mümin kendi ülkesinde, yaşadığı çevrede bu amacına ulaş**ıyorsa, yurdunun, işinin-gücünün, malının mülkünün, akraba ve dostlarının hiçbir anlam ve önemi kalmaz. Bunlarla imanı arasında seçim yapmak zorunda kalan insan, imanı seçiyorsa, ancak o zaman gerçek bir mümindir. Bu nedenle Mekke'de, müminler müşriklerin baskı ve işkenceleri yüzünden böyle bir seçim yapma noktasına doğru gelince, Kur'an onları, hicretin anlam ve önemini bildiren ayetlerle muhtemel bir hicrete hazırlamaya başladı. Bu konudaki bir ayette, "De ki: Ey iman eden kullarım, Rabbinizden korkun. Bu dünya hayatında güzel davrananlara güzellik var. Allah'ın arzı geniştir. Ancak, sabredenlere mükafatları hesapsız ödenecektir" (ez-Zümer, 39/10) buyrularak bir hicretin gerekebileceği ima edilir. "Kendilerine zulmedildikten sonra Allah uğrunda hicret edenleri dünyada güzelce yerleştireceğiz; ahiret mükafatı ise daha büyüktür" (en-Nahl,16/41), ayeti ise müminleri hicrete açıkça teşvik eder. Kur'an, bir yandan müminleri hicrete hazırlarken, diğer yandan da hristiyanlık ve Hz. İsa hakkında gerekli bilgilerle donatıyordu. Habeşistan hicretinin hemen öncesinde gelen Meryem suresi, müminleri bu konuda yeterince bilgilendirdi. Ayrıca, müminlere hristiyanlarla nasıl mücadele etmeleri gerektiği öğretildi: "İçlerinden zulmedenleri hariç, kitap ehliyle ancak en güzel tarzda mücadele edin ve deyin ki; "Bize indirilene de, size indirilene de inandık. İlâhımız ve ilâhınız birdir, biz de O'na teslim olanlarız" (el-Ankebût, 29/46). Bu hazırlama ve bilgilendirmeden sonra, müminlerin hicreti bilfiil gerçekleştirmeleri yönünde açık işaretler taşıyan şu ayetler geldi: " Ey inanan kullarım, benim arzım geniştir, bana kulluk edin. Her can ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz. İnanıp iyi işler yapanları cennette, altlarından ırmaklar akan yüksek odalara yerleştiririz; orada ebedî olarak kalırlar. Çalışanların ücreti ne güzeldir. Onlar ki sabredenler ve Rabblerine tevekkül ederler. Nice canlı var ki rızkını taşıyamaz; onları da, sizi de Allah besler. O işitendir, bilendir" (el-Ankebût, 29/56-60). Ankebût suresi, çoğu müfessire göre Habeşistan hicretinden çok sonra, Medine'ye hicretten hemen önce inmiştir. Ancak merhum Mevdûdî, yaptığı tahkikle surenin Habeşistan hicretinden önce indiği sonucuna varır. Ona göre önceki müfessirleri surenin hicretle ilgili ayetleri yanıltmış, yanlış değerlendirmelerine neden olmuştur. Daha önce merhum Derveze de aynı sonuca ulaşmış olmalı ki, Türkçe'ye "Kur'an'a Göre Hz. Muhammed'in Hayatı" adıyla çevrilen eserinde andığımız ayetlerin Habeşistan hicretinin gerçekleştirilmesine işaret eden bir anlam taşıdıklarını belirtir (II, 233). Andığımız son ayetler indiği sırada artık hicret zamanı gelmişti. Çünkü müşriklerin zulümleri, baskı ve işkenceleri dayanılmaz bir hadde ulaşmıştı. Hz. Peygamber, müminlerin Habeşistan'a hicret etmelerini buyurdu. Rivayetler, hicret yurdu olarak Habeşistan'ın seçilmesinin nedenini, Necâşî'nin zulme rıza göstermeyen, adil bir insan olmasına bağlar. Buna ilâve olarak sıkı ticaret ilişkileri nedeniyle tanınmasının, halkının ilâhî kaynaklı bir inanca (Hristiyanlık) sahip olmasının ve son olarak İslâm'ın orada yayılma imkânının bulunmasının da seçimi etkilediği söylenebilir. Hz. Peygamber'in tavsiyesi üzerine bir grup mümin Mekke'den ayrılarak Habeşistan'a göçtü. Nübüvvetin beşinci yılının (614) Receb ayında gerçekleşen ilk bu hicrete en çok kabul gören rivayete göre onbiri erkek, dördü kadın olmak üzere toplam onbeş kişi katıldı. Bunlar arasında Hz. Osman b. Affân, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf, Osman b. Maz'un, Mus'ab b. Umeyr, Ebû Seleme b. Abdu'l-Esed gibi önde gelen sahabîler de bulunuyordu. Bu ilk muhâcirler Habeşistan'da son derece iyi karşılandılar. Kendi ifadeleriyle, dinlerini yaşama konusunda tam bir özgürlük ve güven içindeydiler. Allah'a istedikleri gibi ibadet ediyorlar ve kimse tarafından rahatsız edilmiyorlardı. Ne eziyet görüyor, ne de kötü laflar işitiyorlardı. Fakat iki ay sonra, müşriklerin müslüman oldukları yolunda yanlış bir haber nedeniyle Habeşistan'dan ayrılarak Mekke'ye döndüler. Mekke yakınlarına gelince gerçeği öğrendilerse de iş işten geçmişti. Çaresiz, herbiri bir kabîle reisinden emân alarak Mekke'ye girdiler. Habeşistan'dan dönen müminlerin büyük çoğunluğu kendi aileleri tarafından yeniden baskı altına alındı. Müşriklerin zulümleri de her geçen gün biraz daha şiddetlendi. Öte yandan ilk hicret, Habeşistan'ın müminler için güvenli bir yer olduğunu göstermişti. Bu nedenle Hz. Peygamber müminlere ikinci kez hicret izini verdi. Nübüvvetin altıncı yılı (615) başlarında, Ca'fer b.Ebî Tâlib'in önderliğinde gerçekleştirilen bu ikinci hicrete 18 ya da 19'u kadın olmak üzere toplam 101 ya da 103 müslüman katıldı. İlk muhâcirlerin hemen tümü, ikinci hicrette de yeraldı. İkinci hicret, Mekke'de tam bir matem havası estirdi. Çünkü Mekke'de en az bir ferdi hicrete katılmayan aile yok gibiydi. Bir ailenin oğlu gitmişse diğerinin damadı; birinin kardeşi gitmişse, diğerinin babası ya da amcası gitmişti. İkinci Habeşistan hicreti müşrik liderleri büyük bir telaşa düşürdü. Böylesine büyük bir kitle hâlinde gelen müslümanlar, son derece müsâit bir ülke olan Habeşistan'ın İslamlaşmasına neden olabilir, ya da en azından Hz. Peygamber'e güçlü bir müttefik kazandırabilirlerdi. Böyle muhtemel bir tehlikenin önüne geçmek için Kureyş'in iki ünlü diplomatı Amr b. El-Âs ile Abdullah b. Ebî Rabîa'yı Habeşistan Necâşî'sine elçi olarak göndermeyi kararlaştırdılar. Planlarına göre elçiler önce Necâşi'nin yakın çevresindekileri hediyeleriyle yanlarına çekecekler, daha sonra onların da yardımlarıyla. Necâşî'ninmüslümanları Mekke'ye iade etmesini sağlayacaklardı. Fakat sonuç hiç de umdukları gibi olmadı. Gerçi elçiler yakın çevresinin desteğini sağladılar ama, gerçekten adil bir insan olan Necâşi'yi bütün diplomatik oyunlarına rağmen zulümlerine ortak edemediler. Elçiler Necâşî ile görüşerek muhacir müslümanların birtakım beyinsiz gençler olduklarını, kendi dinlerini terkettiklerini fakat hristiyan da olmayarak yeni bir din icad ettiklerini, onları gözetmek amacıyla akrabalarının iade edilmelerini istediklerini söylediler. Necâşî, kendileriyle görüşmeden bir karar veremeyeceğini belirterek müslümanları yanına çağırttı; elçilerin taleplerini aktararak ne diyeceklerini sordu. Ca'fer b. Ebî Tâlib böyle bir talebe hakları olmadığını göstermek amacıyla elçilerden; kendilerinin köleleri, borçluları ya da kısas etmek istedikleri katiller olup olmadıklarının sorulmasını istedi. Amr'ın sorulara olumsuz cevap vermesi üzerine, ne hakla iade talebinde bulunulduğunu öğrenmek istedi. Amr'ın daha önceki sözlerini tekrarlaması ve Necâşî'nin İslâm hakkında bilgi istemesi üzerine Hz. Ca'fer ünlü konuşmasını yaptı. Ca'fer b. Ebî Tâlib, İslâm öncesi durumları ile Hz. Peygamber ve İslâm hakkında kısaca bilgi verdiği bu konuşmasında şunları söyledi: "Ey Hükümdar, biz, cahil bir kavim idik. Putlara tapardık. Ölü eti yerdik. Her kötülüğü işlerdik. Akrabamızla ilgilenmez, ilgimizi keserdik. Komşularımıza iyi davranmaz, kötülük yapardık. İçimizden güçlü olanlar zayıf olanları yer, ezerdi. Yüce Allah bize kendimizden, ****** sopunu, doğru sözlülüğünü, eminliğini, iffet ve nezâhetini bildiğimiz bir peygamber gönderinceye kadar biz hep bu durum ve tutumda idik. O peygamber, bizim ve babalarımızın Allah'tan başka tapına geldiğimiz taştan vesâireden yapılmış putları bırakarak Allah'ın birliğine inanmaya ve yalnız O'na ibadet etmeye bizi davet etti. Doğru söylemeyi, emaneti sahibine vermeyi, akraba ile ilgilenmeyi, komşularımızla iyi geçinmeyi, haramlardan, kan dökmekten vazgeçmeyi bize emretti. Bizi her türlü çirkin, yüz kızartıcı söz ve işlerden, yalan söylemekten, yetim malı yemekten, iffetli kadınlara dil uzatmak ve iftira etmekten men ve nehyetti. Kendisine hiçbir şeyi eş, ortak koşmaksızın yalnız Allah'a ibadet etmemizi bize emretti. Ve yine bize namazı, zekâtı, orucu de emretti. Biz ona inandıkve kendisini tasdik edip doğruladık. Onun Allah tarafından getirdiklerine göre kendisine tabi olduk. Hiçbir şeyi eş, ortak koşmaksızın yalnız Allah'a ibadet ettik. Onun bize haram kıldığı şeyi haram, helâl kıldığı şeyi helâl bildik. Fakat kavmimiz üzerimize yürüyüp bizi yüce Allah'a ibadetten vazgeçirerek putlara taptırmak, dinimizden döndürmek, öteden beri serbestçe işleyegeldiğimiz kötülükleri tekrar işletmek için türlü işkencelere uğrattılar. Onlar bize galebe çalıp zulüm ve tazyikleri altında ezmeye başladıkları, dinimizle aramıza girdikleri zaman, senin ülkene çıkmak, sığınmak zorunda kaldık. Seni başkalarına tercih ettik. Senin himayene can attık. Ey Hükümdar, bir, senin yanında hiçbir zulme ve haksızlığa uğramayacağımızı umuyoruz" (M. Asım Köksal, İslâm Tarih,i, Mekke Dönemi, IV. 191-192; bk. İbn Hişâm, es-Sire, I, 356-362; Taberî Tarih, II, 225). Konuşmayı dikkatle dinleyen Necâşî, yanlarında Kur'an'dan bir bölüm bulunup bulunmadığım sordu. Bunun üzerine Ca'fer, hicretlerinden hemen önce nazil olan Meryem Suresinin ilk otuzbeş ayetini okudu. Rivayetlere göre, ayetleri gözyaşları içinde dinleyen Necâşî, bunların Hz. Musa ve İsa'nın getirdikleriyle aynı kaynaktan geldiğini tasdik ederek, elçilere müminleri teslim etmeyeceğini bildirdi. Amr'ın, müslümanların Hz. İsa hakkında çok kötü sözler kullandıklarını söyleyerek Necâşî'nin kararını değiştirme çabası da Ca'fer'in, "O, Allah'ın kulu, resulu, ruhu ve O'nun, dünyadan ve erden geçerek Allah'a bağlanmış bir bakire olan Meryem'e ilka ettiği kelimesidir" şeklindeki cevabıyla yalnızca Necâşî'nin bu konudaki gerçeği kavramasına yaradı. Habeşistan muhacirleri uzun yıllar hayatlarını burada huzur ve güven içinde sürdürdüler. Bu süre içinde başta Necâşî olmak üzere birçok kişinin müslüman olmasına vesile oldular. Bunların bir bölümü, Hz. Peygamber'in Medine'ye hicretinden önce Mekke'ye geri döndü. Başta Ca'fer b. Ebî Tâlib olmak üzere büyük bölümü ise Hicret'ten sonra, Hayber'in fethi (H. 7/628) sırasında Medine'ye gelerek müslümanlara katıldı. HABEŞ ÜLKESINE ILK HICRETIN TARIHI VE ORAYA ILK HICRET EDENLER: Nübüvvet'in beşinci yılında, Receb ayında 1) Hz. Osman b. Affan, b. Ebil'As, b. Ümeyye 2) Hz. Osman'ın zevcesi Hz. Rukayya bint-i Resulüllah 3) Ebu– Huzeyfe b. Utbe, b. Rebia, b. Abd. Şems 4) Ebu– Huzeyfe'nin zevcesi Sehle bint-i Suheyl, b. Amr 5) Zubeyr b. Avvam, b. Huveylid, b. Esed 6) Mus'ab b. Umeyr, b. Haşim, b. Abd. Menaf, b. Abduddar 7) Abdurrahman b. Avf b. Abd. Avf, b. Abd, b. Haris, b. Zühre 8) Ebu– Seleme b. Abdul'esed, b.. Hilal, b. Abdullah, b. ömer, b.Mahzum 9) Ebu Seleme'nin zevcesi ümmü Seleme bint-i Ebi Ümeyye, b. Mugire, b. Abdullah, b. ömer, b. Mahzum 10) Osman b. Mazun, b. Habib, b. Vehb, b. Huzafe, b. Cumah 11)Amir b. Rebia'el'Anzi 12)Amir b. Rebia'nın zevcesi Leyla bint-i Ebi Hasme 13) Eb– Sebre b. Ebu Rühm, b. Abdul'uzza'l'Amiri 14) Ebu Sabre'nin zevcesi: ümmü Külsum bint-i Suheyl b. Amr I5) Hatıp b. Amr, b. Abd şems 16) Süheyl b . Beyza 17) Abdullah b. Mes'ud Dinlerinden döndürülmekten korkup dini bir vazife olarak , Kimi, yalnız başına, kimi, zevcesiyle,birlikte, Habeş ülkesine hicret etmek üzere kimi, binitli, kimisi de, yaya olarak.Mekke'den, gizlice yola çıktılar. Bu, İslam'da, ilk hicret idi. | |
| | | WhampiéR Admin
Mesaj Sayısı : 1106 Yaş : 33 Nerden : Menekshe^min kaLbinden... Ruh haLi : Kayıt tarihi : 29/07/08
| Konu: Geri: İslam Tarihi C.tesi Ara. 20, 2008 9:11 am | |
| Rasulullah s.a.v. Efendimiz, Hicret'in on altinci ya da on yedinci ayina kadar namazlarini Mescid-i Aksa'ya yönelerek kildi. Bununla birlikte, kiblenin Mescid-i Haram'a döndürülmesini gönülden arzu eder, bunun için dua ederdi. Sonra bir gün ilâhi emirle bu da gerçeklesti. Bes yüz kisilik bir kafile… Medine'den yola çiktilar. Çogunlugu puta tapiyor, fakat Kâbe'yi ve Arafat'i kutsal biliyorlar ve kendi inançlarina göre hacca gidiyorlar. Aralarinda yetmis kadar müslüman da var. Birinci Akabe beyatinda iman etmis olan Medineliler, kavimlerinin hidayetine vesile olmak için çok gayret etmisti. Kur'an'i ögretmesi için Peygamber Efendimiz tarafindan gönderilen Mus'ab b. Umeyr, gece gündüz demeden insanlara Allah'in dinini anlatmisti. Iste simdi yetmis küsur müslüman olarak Mekke'ye, Rasulullah s.a.v.'e gidiyorlar. Yine Akabe'de O'nunla bulusacaklar. ‘Kudüs'e yönelmek istemiyorum' Kafiledeki müslümanlarin çogu Allah Rasulü s.a.v.'i henüz tanimiyor. O'nu ilk kez görecek olmanin heyecani içindeler. Müslüman Medinelilerin ileri gelenlerinden Bera b. Ma‘rur r.a. arkadaslariyla konusuyor: - Arkadaslar! Benim bir düsüncem var. Ama bana uyar misiniz, uymaz misiniz bilmiyorum. - Nedir o? diye sordular. Bera Kâbe'yi kasdederek: - Bu binayi arkamda birakmak istemiyorum, namazimi ona yönelerek kilmak istiyorum. Arkadaslari söyle karsilik verdi: - Bize, Peygamberimiz'in sadece Kudüs'teki Mescid-i Aksa'ya dogru namaz kildigi haber verildi. O'nun yaptiginin aksini yapmak istemeyiz. Bera b. Ma‘rur yine de: - Ben Kâbe'ye yönelerek kilacagim, dedi. Kafiledekiler yol boyunca namaza durduklarinda Mescid-i Aksa'ya yönelirken Bera b. Ma‘rur Kâbe'ye dönerek namaz kildi. Fakat Mekke'ye vardiklarinda içine bir kurt düstü; acaba dogru mu yapmisti? Yegeni sair Kaab b. Malik r.a.'a durumu açti. Rasulullah s.a.v.'e gidip yaptigi isin dogru olup olmadigini soracaklardi. Yola çiktilar ama ikisi de Allah Rasulü s.a.v.'i tanimiyordu. Karsilastiklari bir adama, O'nu nerede bulabileceklerini sordular. O da Kâbe'nin yaninda amcasi Abbas r.a. ile birlikte bulundugunu söyledi. Bu habere memnun oldular, çünkü ikisi de Abbas r.a.'i ticaret için arada bir Medine'ye ugradigi için taniyorlardi. ‘Keske sabretseydin' Mescid-i Haram'a girdiklerinde Rasulullah s.a.v.'i amcasi ile otururken buldular. Selam verip oturdular. Efendimiz s.a.v. amcasina sordu: - Bu iki adami taniyor musun? Abbas r.a. cevap verdi: - Evet. Bu, Bera b. Ma‘rur. Kavminin ileri gelenelerindendir. Bu da Kaab b. Malik. - Sair olan mi? - Evet. Kaab r.a., Allah Rasulü tarafindan giyaben taniniyor olmasina çok sevindi. Bera b. Ma‘rur söz aldi ve meselesini söyle arz etti: - Ey Allah'in Nebisi! Bu yolculuga çiktim, Allah beni Islâm'a hidayet etti. Bu binayi arkama almamayi düsündüm ve namazlarimi ona dogru kildim. Arkadaslarim bu konuda bana uymadi. Benim içime de bir kurt düstü. Ne buyurursunuz ya Rasulallah? Efendimiz s.a.v. söyle buyurdu: - Bir kiblen (Mescid-i Aksa) vardi. Onun üzerine sabretseydin ya! Bu görüsmeden sonra arkadaslariyla birlikte Mescid-i Aksa'ya dogru namazlarini kilmaya basladi. (Ahmed b. Hanbel: Müsned) Bera b. Ma‘rur r.a., bu görüsmenin gerçeklestigi günlerde yapilmis olan Ikinci Akabe Beyati'nda Medinelilerden seçilen on iki kisiden birisi oldu. Medine'ye döndüklerinde pek fazla yasamadi. Bir süre sonra, Efendimiz'in hicretinden bir ay önce vefat etti. Malinin üçte birinin Rasulullah s.a.v.'e verilmesini vasiyet etmisti. Diger bir vasiyeti de yüzü Kâbe'ye dönük olarak defnedilmesiydi. Böyle yapildi. Efendimiz s.a.v. Medine'ye hicret ettiginde onu sordu. Bir ay önce vefat ettigi bildirildi, vasiyetlerinden söz edildi. Efendimiz s.a.v. vasiyet etmis oldugu malinin çocuklarina verilmesini emir buyurdu ve mezarinin basina gidip cenaze namazini kildi. Rasulullah s.a.v. Efendimiz, Hicret'in on altinci ya da on yedinci ayina kadar namazlarini Mescid-i Aksa'ya yönelerek kildi. Mekke'de iken Kâbe'nin yakininda bulundugunda, Kâbe'yi araya alarak Mescid-i Aksa'ya dogru namaz kildigi da nakledilmistir. Bununla birlikte, Efendimiz s.a.v. kiblenin Mescid-i Haram'a döndürülmesini gönülden arzu eder, bunun için dua ederdi. (Cessâs: Ahkâmu'l-Kur'an) Rastlanti olabilir mi? Bir gün Rasulullah s.a.v. Efendimiz, namazlarini Kâbe'ye yönelerek kilmak isteyen Bera b. Ma‘rur r.a.'in mahallesine gitmisti. Ögle vakti girdiginde, oradaki Benî Seleme mescidinde namazi kildirdi. Her zaman oldugu gibi Kudüs'e dogru namaza durdu ve ilk iki rekati o sekilde kildi. Tam bu esnada Yüce Mevlâ, bundan sonra kible olarak Kâbe'yi seçtigini söyle ferman buyurdu: “Biz senin yüzünün göge dogru dönüp durdugunu görüyoruz. Iste simdi seni, memnun olacagin bir kibleye döndürüyoruz. Artik yüzünü Mescid-i Haram tarafina çevir. (Ey Müslümanlar!) Siz de nerede olursaniz olun, yüzlerinizi o tarafa çevirin. Süphe yok ki Ehl-i Kitap, onun Rablerinden gelen gerçek oldugunu çok iyi bilirler. Allah onlarin yapmakta oldularindan habersiz degildir.” (Bakara, 244) Rasulullah s.a.v. Efendimiz kilmakta oldugu namazin son iki rekâtini Kâbe'ye dönerek kildi. Bu haber kisa zamanda yayildi. Artik o günden sonra Kâbe müslümanlarin kiblesi oldu. Benî Seleme mescidi, böyle önemli ve mübarek bir olaya sahitlik ettigi için iki kibleli mescid anlaminda “Mescidü'l-Kibleteyn” diye anildi. KIBLE NEDIR? Kible, yön ve yönelinen taraf ya da yönelinen sey anlaminda bir kelimedir. Dinimizde müslümanlarin namaz kilarken dönmeleri gereken istikameti yani Kâbe'yi ifade eder. | |
| | | WhampiéR Admin
Mesaj Sayısı : 1106 Yaş : 33 Nerden : Menekshe^min kaLbinden... Ruh haLi : Kayıt tarihi : 29/07/08
| Konu: Geri: İslam Tarihi C.tesi Ara. 20, 2008 9:11 am | |
| AHMET MIROGLU “Bolluk ülkesi” Islâm'in dogdugu Arabistan nere, Güney Amerika nere?.. Arada binlerce kilometrelik mesafe, derin, karanlik, kabardi mi önünde durulmaz okyanuslar... Ve bati sahillerinde kitanin üçüncü büyük ülkesi. Büyük Okyanus kiyisinda And daglari boyunca uzanan 1.285.216 km²'lik bir ülke. Kuzeybatidan Ekvator, kuzeydogudan Kolombiya, dogudan Brezilya ve Bolivya, güneyden Sili, batidan da Büyük Okyanus ile çevrili. Adini Keçuva yerli dilinde “bolluk ülkesi” anlamina gelen bir sözcükten alir. 12. ve 16. yüzyillar arasinda And daglarinda büyük bir imparatorluk kuran Güney Amerika'nin yerli halki ünlü Inkalar'in besigi olan ve bu imparatorlugun “Kayip Vadi”sinin kalintilarini barindiran bu ülkenin adi Peru'dur. Simdilik bizi Peru'nun tarihi geçmisinden çok, Islâmi kimligi ilgilendiriyor. Ne mutludur ki, okyanus asiri, binlerce kilometre uzakliktaki bu ülke de Islâm'la tanisma serefine ermistir. Hem de günümüzden yüzyillar önce. Hilal parki Su anda önümde, herhangi bir Islâm ülkesinden alinmis gibi duran ve küçük bir açik hava mescidini veya minyatür bir sadirvani andiran bir yapinin fotografi var. Yerden birkaç basamakla yükselen parmaklikli haremiyle, Endülüs Islâm mimarisinin gözde renklerini andiran renkleriyle, piril piril güzelim mermer sütunlar üzerine kurulmus at nali kemerleriyle, kubbemsi sekizgen mimari biçimiyle, tepesini taçlandiran Islâm'in simgesi hilaliyle gözlere ziyafet çeken söz konusu bu fotograf acaba nerede çekilmis dersiniz? Peru'da çekilmis ve baskent Lima'da bulunan parkin bir bölümünü gösteriyor. Resmi, Perulu bir müslüman yayinlamis. Park, okyanusa çok yakin bir mevkide, Magdalena del Mar semtinde yer aliyor. Yapinin kesin insa tarihi maalesef bilinmiyor. Fakat Peru'ya yerlesen müslümanlarin geride biraktigi çok sayidaki tarihi mirastan birisi oldugu açik. Park bugün halen “El Parque de la Media Luna” (Hilal Parki) olarak aniliyor. Okurlarimiz, Amerika'yla Afrika arasinda Islâm'in neredeyse ilk çaglarindan itibaren yakin iliski ve baglantilar bulundugunu, müslümanlarin Amerika'yi Kristof Kolomb'dan çok uzun zaman önce bildigini, buraya dinî ve ticari amaçli ziyaretler yaptigini açikça ispatlayan bazi delillere kismen yer verdigimiz yazilari (mesela, Uzak Kita Amerika) hatirlayacaklardir. Bu açidan Peru'daki Islâm varliginin temellerini çok eski tarihlere indirgemek mümkündür. Fakat biz biraz daha yakin çaglara deginmek niyetindeyiz. Ilâhi tecelliler Ölüm gecesine “seb-i arus” (dügün gecesi) adini veren meshur sufi Mevlâna Celaleddin Rumi k.s., “Burada ölmeyi gördün ya, oradaki dogmayi da seyret!” buyurmustur. Insan, ilâhi tecellilerle karsi karsiya kalinca, gerçekten her ölüm bir dogus, her yikim bir yapim, her tahrip bir insa midir diye düsünmeden edemiyor. Peru'da Islâm'in ve müslümanlarin izini takip ederken, üç tatsiz olayin Islâmiyet'in Güney Amerika'ya yayilisina hizmet ettigini gördük. Insanlik tarihi, herhalde Ispanya Engizisyon mahkemelerinin müslümanlara yaptigi türden bir soykirim ve katliama nadiren sahit olmustur. Ölümün, yikimin, tahribatin ayyuka çiktigi korkunç karanlik bir dönemdi. Endülüs'ten adeta sökülüp atilan müslümanlarin neredeyse tamami Kuzey Afrika ve Osmanli topraklarina göç edip tasinirken, bir kisim müslüman da 15. yüzyildan itibaren saklica, kimliklerini gizleyerek, Islâm disi adlarla yeni kita Amerika'ya hicret etti. Bunlardan bir kismi da Peru topraklarina yerlesmis olmali. Kesin sonuçlara ulasmak için uzun ve yorucu bir dizi ciddi arastirmaya ihtiyaç var. Fakat Islâm'in Peru'daki bilinen tarihi, genelde Endülüslülerin gelisine endekslenmistir. Peru'ya damgasini vuran müslümanlar Müslümanlar, o dönemde “Moro” olarak adlandiriliyordu. Zamanla ülkenin giysi ve yemek kültürü, mimari unsurlari, siyasal ve sosyal sistemi üzerinde çok etkili oldular. Birçogu toplumda etkin konumlara yükseldi. Yakin dönemlere kadar müslüman kadinlar, mahalli dilde “las tapadas limeñas” (Limali Örtüsü) ismi verilen bir basörtüsü örterdi. Bu, sosyal eliti (yüksek sosyete) temsil eden Endülüs göçmeni müslüman hanimlarin ayirdedici özelligi idi. Bugün Lima'da meshur Limeños balkonlari da hâlâ mevcuttur. Söz konusu balkonlar, Arabesk stilde insa edilmistir. Bina cephelerinden disa tasan bu ahsap cumbalarin en büyük özelligi, müslüman hanimlara mahremiyeti zedelemeden (yabancilarca görülme endisesi olmadan) disariya bakma imkani sunmasidir. Lima caddelerinde gezinirken, insan Endülüs sokaklarinda yürüyor hissine kapilabilir. Islâm mimarisi sehre damgasini bu denli vurmustur. Endülüslülerin ardindan Afrika'nin kuzey ve bati bölgelerinde yakalanip kölelestirilen müslümanlar geldi. Buralara yerlesmek ellerinde degildi. Çünkü köleydiler. Inançlarini açiklayamayan ve ibadetlerini yerine getiremeyen bu müslümanlar arasinda, bir iki nesil sonra maalesef Islâm'dan eser kalmadi. Lima'daki hayat tarzi Islâm'dan çok etkilenmesine ragmen, birçok müslüman dinî kimligini saklamak zorunda kalmis, ibadetine kiyida kösede devam etmis ve hiristiyanlarin tarifiyle “gizli müslüman” olarak varligini sürdürmeye çalismistir. Zamanla bu gizli mensubiyet de kaybolmus ve Islâm Peru'dan tamamen silinmistir. Tarihi belgelere göre, birkaç yüzyil sonra (1850-60 arasi) Latin Amerika kiyilarina çok sayida müslüman Arap akin etti. Bunlarin bir kismi da Peru'ya yerlesti, taninip sevildi, kisa zamanda kamusal ve resmi alanda etkin faaliyet göstermeye basladi. Islâmiyet, Peru'ya daha sonra 1940'larda öz vatanlarinda ugradiklari yahudi zulmünden kaçan Filistinli ve Lübnanli göçmen müslümanlar vasitasiyla ulasmistir. Bu müslümanlar genelde tüccardilar. Zamanla hatiri sayilir zenginler arasina karismis, fakat bu arada islâmî kimliklerini yitirmislerdir. Söz konusu göçmenlerin çocuklari ve torunlari bugün Peru'da hâlâ kalabalik bir nüfus teskil etmelerine ragmen, ne yazik ki çogunda Islâmiyet'ten eser yoktur. Islâm'la yeniden tanisma 1980'lerin baslarinda yurt disi seyahatlerine çikan ve müslümanlarla karsilasan Latinler, Islâm'a girmeye baslamislardir. Yeni müslümanlar kisa zamanda müslüman göçmenlerle, Latin topluluklari Islâm'a davet eden etkili birer tebligci halini almislardir. Ekonomik zorluklarla bas etmeye çalisan Latin müslümanlarinin mali kaynaklari sinirlidir. Lima'da yaklasik olarak 100 kadar Perulu yerli müslüman mevcuttur. Bu müslümanlar, son zamanlara kadar namaz kilabilecekleri ve diger Islâmî gerekleri yerine getirebilecekleri bir yere sahip degildiler. Daha önceleri Lima'nin varoslarindan Villa El Salvador'da bir mescit ve San Borja'da bir Islâm Okulu açmislardi, fakat söz konusu mescit bir yil kadar sonra mali yetersizlikler sebebiyle kapandi. Okul ise mutaassip bir hiristiyan olan sahibinin binasini müslümanlara kiralamak istemeyisi yüzünden kapanmak zorunda kaldi. Ardindan Jesus Maria semtinde ikinci bir mescit açmayi basardilarsa da, bir öncekinde oldugu gibi o da finansal sorunlar yüzünden kapandi. Müslümanlar yilmadilar ve sonuçta LAMU (Latin Amerikan Müslümanlar Birligi), onlara cemaatle ibadet edebilecekleri bir mescit açti. LAMU yetkilileri, bu mescide bir bilgisayar, faks, fotokopi makinasi, kaset çalar, televizyon, video kaset kayit cihazi, bir miktar mobilya saglayarak ve küçük bir kütüphane kurarak fonksiyonel bir büro eklemislerdir. LAMU yetkilileri, Lima cemaatine yardimci olma ve destekleme sözü de vermislerdir. Ayrica Tacna müslümanlari da kitap ve Islâmî materyal destegine ihtiyaç duymaktadirlar. *** Orasi Nere? Peru, genelde Costa (kiyi), Sierra (daglik) ve Montaña (ormanlarla kapli genis ovalik) diye üç cografi bölgeye ayrilir. Ülke topraklarinin beste üçünden fazlasini Montaña bölgesi teskil eder. Depremler ve yanardag patlamalari Peru'nun basini agritan dogal afetlerdir. Büyük Okyanus'a dökülen kisa irmaklari düzensiz akisa sahiptir. Ama bu çok sayidaki irmaklar, ünlü Amazon'u besler. Peru, koloni dönemindeki göçlere ve etnik karisima ragmen yerli nüfusun hâlâ agirlikta oldugu bir ülkedir. 28 milyon dolayindaki toplam nüfusun yüzde 47'sini daglik bölgede yogunlasmis olan Keçuva yerlileri olusturur. Aymaralarin (yüzde 5,4) yani sira, Amazon Havzasinda da çesitli yerli topluluklari yasar. Öteki iki büyük etnik topluluk ekonomik ve siyasal yasama egemen olan Iber-yerli karisimi (yani Müslüman Endülüs bakiyesi) Mestizolar (yüzde 32) ve beyazlardir (yüzde 12). Siyahlar ve Asyalilar (özellikle Japonlar) küçük azinliklar olarak varliklarini sürdürmektedir. Ispanyolca'nin yani sira Keçuva dili de resmi dil olarak taninmistir. Toplam nüfusun yüzde 70'i Ispanyolca konusur. Aymaralarin büyük çogunlugu kendi dillerini korumustur. Nüfusun yüzde 90'dan fazlasi Katolik mezhebine baglidir. Yerliler arasinda eski dinî geleneklerin izlerine hâlâ rastlanir. Peru, yeralti kaynaklari bakimindan son derece zengindir. Amazon Havzasi, kuzey kiyilarindaki çöller ve dar kita sahanligi, büyük petrol ve dogalgaz yataklarini barindirir. Titicaca Gölünün kuzeyinde zengin uranyum yataklari saptanmistir. Peru; demir, çinko, bakir, bizmut, kursun ve gümüs üretiminde dünyada ilk siralarda yer alir. Öteki önemli madenler arasinda altin, fosfat ve manganez sayilabilir. Okur yazarlik orani yüzde 80-90'lar civarinda, yüksek sayilabilecek bir düzeydedir. Egitim, okul bulunan yerlerde 6-15 yaslari arasinda zorunlu ve parasizdir. Yetiskinlerin egitimine ve teknik ögretime büyük önem verilmektedir. Ülkedeki üniversitelerin sayisi hayli fazladir. Lima'da bulunan San Marcos Üniversitesi (1551) Güney Amerika'nin en eski yüksek ögretim kurumudur. *** Peru Gezisi Asagida, San Fransisko'da egitim gören bes müslüman üniversite ögrencisinin baskent Lima'ya düzenledigi gezide edindikleri izlenimleri bulacaksiniz. “Lima'da bir mescit vardi. Mescit olarak kullanilan bina, müslümanlarca donatilmis, 20 odali büyük bir evdi. Baskent Lima'da tahminen 400 müslüman yasamaktadir. Peru'daki müslümanlarin çogu, ailelerine daha iyi ekonomik imkanlar saglamak ugruna vatanlarindan çikmis Filistinliler'le Suriyeliler'den meydana gelmektedir. Bunlar aradiklarini fazlasiyla bulmus gibidirler. Zira Peru'daki müslümanlarin çogu sanayicilikle ugrasan zengin kimselerdir. Fakat dinlerini tam yasamamalari sebebiyle Islâm'dan uzak bir görüntü sergiliyorlar ve çocuklari da ya gayri müslim veya sadece ismen müslüman. Genelde iyi yürekli ve misafirperver insanlar. Ama maalesef kendilerini Islâm'dan uzaklastirmislar. Bazi müslümanlar çok uzak yerlerden, mesela iki saatlik bir uçustan sonra gelinebilen, Sili yakinlarindaki Tacna'dan sirf bizleri görmek amaciyla geldiler. Yirmiden fazla Pakistanli müslüman, esleriyle birlikte bir otobüsle gelmislerdi. Hanimlar tesettüre uygun giysiler giymisler. Cuma namazinda hutbe genelde iki dilde, Arapça ve Ispanyolca okunuyor. Peru'da yasayan birçok müslüman, baslarindan geçenleri ve karsilastiklari güçlükleri asarak nasil müslüman olduklarini anlattilar. Bunlardan çogu, Islâm'in yayilmasi ugrunda samimiyetle mücadele edeceklerini belirttiler. Içtenlikleri hayranlik uyandiriciydi. Yeni müslüman olan Perulular ise, ülkelerinin islâmlasmaya ne kadar yatkin oldugunu anlatmaya çalisiyorlar. Islâm'i kabul etmis birkaç Perulu hanim da, modern dünyada Islâm'in kadinlara neler sunduguna dair sorular yönelttiler. Öte yandan, Peru'ya dünyevi gayelerle göç eden müslümanlarin, kendilerini buna fazlasiyla kaptirmalari sonucu, baskalariyla aralarinda hemen hiç fark kalmamis gibi. Filistin ve Suriye asilli bu insanlar, islâmî kimliklerini kaybedecek derecede erimisler. Islâmî yasantidan uzaklastiklari için bunlarin çocuklari da neredeyse gayri müslim haline dönüsmüsler. Son gün bir piknikte bulustuk. Gelenler, gayri müslim komsularini da çagirmislardi. Hosça zaman geçirdik. Iyi bir deneyim yasadik. Perulu müslümanlar bizlerden ayrilacaklari için üzgündüler. Ama elbette dünyada her seyin bir sonu vardir. Gezilerin de...” | |
| | | WhampiéR Admin
Mesaj Sayısı : 1106 Yaş : 33 Nerden : Menekshe^min kaLbinden... Ruh haLi : Kayıt tarihi : 29/07/08
| Konu: Geri: İslam Tarihi C.tesi Ara. 20, 2008 9:12 am | |
| İSLAM TARİHİ CÂHİLİYYE DÖNEMI Bilgisizlik, gerçeği tanımama. İslâm, tam bir aydınlık ve bilgi devri olduğu için, Arabistan'da İslâmiyet'in yayılmasından önceki devre, daha dar anlamı ile Hz. İsa'dan sonra peygamberimizin gelmesine kadar geçen zamana "cahiliyye" devri adı verilmiştir. Cahiliyye, insanın Allah'ı gereği gibi tanımaması, ona kulluk etmekten uzaklaşması, onun ilâhî hükümlerine değil de kişinin kendi hevâ ve hevesine uyması, insanların koyduğu emir ve yasaklara, siyasî sistem ve düşüncelere inanmasıdır. Kur'an-ı Kerîm'de: "Onlar hâlâ Cahiliyye devri hükmünü mü istiyorlar? Gerçeği bilen bir millet için Allah'dan daha iyi hüküm veren kim var?" (el-Mâide, 5/50) buyurulur. İslâm'ın hakim olmadığı ortamlar Cahiliyye çağlarıdır. Çünkü ilâhî bilginin kaynağından yoksun olan ortamlardır. İslâm'ın gelişinden önceki dönemde yaşayan müşrikler Allah'a isyan etmiş onun hükümlerine sırt çevirmiş bir toplum olarak son derece ilkel ve cahil hayat sürüyorlardı. Cahiliyye Arapları'nın sürdüğü hayattan ve içinde yaşadıkları ortamdan bazı örnekleri şöyle sıralamak mümkündür: Putlara Taparlardi Cahiliyye insanları Allah'ın varlığını kabul etmekle beraber putlara taparlardı. Onlar putlarının Allah katında kendilerine şefaatçı olacaklarına inanırlar ve: Biz onlara ancak bizi daha çok Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" (ez-Zümer, 39/3) derlerdi. Icki Icerlerdi Şarap içmek adeti çok yaygındı. Şairleri her zaman içki ziyafetinden bahseder, içki şiirleri edebiyatlarının büyük bir kısmını teşkil ederdi. Hatta Enes b. Mâlik (r.a.)'in bildirdiğine göre İslâm'da içki, Mâide Suresi'nin doksan ve doksanbirinci ayetleriyle kesin olarak haram kılınmış, Hz. Peygamber (s.a.s) tellal bağırttırarak bunu ilân ettiğinde Medine sokaklarında sel gibi içki akmıştır (Müslim, Eşribe, 3). Kumar Oynarlardi Cahiliyye çağında kumar da çok yaygındı. Cahiliyye Arapları kumar oynamakla övünürlerdi. Öyle ki kumar meclislerine katılmamak ayıp sayılırdı. Onların şairlerinden biri karısına şöyle vasiyette bulunur: "Ben ölürsem, sen, aciz ve konuşma bilmeyen, iki yüzlü ve kumar bilmeyen birini isteme." Tefecilik Yaparlardi Tefecilik almış yürümüştü. Para ve benzeri şeyleri birbirlerine borç verirler; kat kat faiz alırlardı. Borç veren kimse, borcun vadesi bitince borçluya gelir: "Borcunu ödeyecek misin, yoksa onu artırayım mı?" derdi. Onun da ödeme imkânı varsa öder, yoksa ikinci sene için iki katına, üçüncü sene için dört katına çıkarır ve artırma işlemi böylece kat kat devam ederdi. Tefecilik ve faizin her çeşidini haram kılan Allah, özellikle Araplar'ın bu kötü âdetlerine dikkati çekerek "-Ey iman edenler! Kat kat faiz yemeyin." (Âli İmrân,3/130) buyurmuştur. Faiz Oranlari Cok Büyüktü Faizcilik Araplar arasında o kadar yerleşmişti ki ticaretle onun arasını ayıramıyorlar; "Faiz de tıpkı alış-veriş gibi" diyorlardı. Bunun üzerine inen ayette: "Allah alış-verişi helâl, faizi ise haram kılmıştır. " (el-Bakarâ, 2/275) buyrulmuştur. Fuhus Cok Büyük Orandaydi Cahiliyye Araplar'ı arasında fuhuş da nadir şeylerden değildi. Cariyelerini zorla fuhuşa sürükleyenler vardı. Kur'an-ı Kerîm'de bu hususa işaretle: "İffetli olmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın. " (en-Nûr, 24/33) buyurulur. Kocanın birkaç metresi olduğu gibi, kadının da başkalarıyla ilişkide bulunması, bazı çevrelerce nefretle karşılanmayan bir davranıştı. Fuhuşla ilgili Cahiliyye Araplarının şu adetlerini zikredebiliriz: Kadın âdetinden temizlendikten sonra kocası ona "şu adama git ve ondan hamile kal" derdi. Kadın istenilen adamla beraber olduktan sonra kocası hamileliği belli oluncaya kadar ona yaklaşmazdı. Sonra yaklaşabilirdi. Bu, iyi bir çocuğa sahip olmak için yapılırdı. Sayıları üç ila on arasında değişen bir grup erkek kadının evine girerek, sırasıyla hepsi de onunla cinsi münasebette bulunurdu. Kadın hamile kalıp da doğum yaparsa doğumdan bir kaç gün sonra bu erkekleri çağırır, erkekler de zorunlu olarak bu davete iştirak ederlerdi. Sonra onlara: "Olanları biliyorsunuz, doğum yaptım" içlerinden birine işaret ederek "çocuğun babası sensin" derdi. O da bundan kaçınamazdı. Bazı fuhuş yapan kadınlar da tanınmaları için kapılarına bayrak asarlardı. Bu tür kadınlardan biri doğum yaptığı zaman teşhis heyeti toplanıp çocuğun kime ait olduğunu tespit ederdi. O da çocuğun babası olduğunu kabul etmek zorunda kalırdı. (Buhârî, Nikah, 36) Kadına değer verilmez, hak ve hukuku tanınmaz, adeta bir eşya gibi telakki edilip miras alınırdı. Biri ölüp karısı dul kalınca ölenin varislerinden gözü açık biri hemen elbisesini kadının üzerine atardı. Kadın daha önce kaçıp bu halden kurtulamazsa artık onun olurdu. Dilerse mehirsiz olarak onunla evlenir, dilerse onu bir başkasıyla evlendirerek mihrini almaya hak kazanır ve kadına bundan bir şey vermezdi. Dilerse, kocasından kendisine kalan mirası elinden almak için onu evlenmekten menederdi. Bunun üzerine inen ayette: "Ey inananlar! Kadınlara zorla mirascı olmaya kalkmanız size helâl değildir. " (en-Nisâ, 4/19) buyurulmuştur. (Şevkânî, Fethu'l-Kadir, I, 440). Yiyeceklerin bazısı yalnız erkeklere ait olup kadınlara yasak ediliyordu. "Onlar: Bu hayvanların karınlarında olan yavrular yalnız erkeklerimize mahsus olup, eşlerimize yasaktır. Ölü doğacak olursa hepsi ona ortak olur" dediler (En'âm, 6/139) Kizlari Diri Diri Topraga Gömerlerdi Cahiliyye Arapları'nın kötü adetlerinden biri de kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeleriydi. Onlar bunu namuslarını korumak veya ar telakki ettikleri için, bazıları da sakat ve çirkin olarak doğduklarından yapıyorlardı. Kur'an-ı Kerîm'de şu ayetlerde buna işaret edilir: "Onlardan birine Rahman olan Allah'a isnat ettikleri bir kız evlâd müjdelense içi öfkeyle dolarak yüzü simsiyah kesilirdi. " (ez-Zuhruf, 43/17), " Diri diri toprağa gömülen kız çocuğunun hangi suçla öldürüldüğü sorulduğu zaman... " (Tekvir, 81/8-9), "Ortak koştukları Şeyler müşriklerden çoğuna çocuklarını öldürmeyi süslü gösterirdi. "(el-En'âm, 6/137) Ekin ve hayvanlarını iki kısma ayırıyor bir kısmını Allah'ın böyle emrettiğini sanarak Allah'a veriyor ve bir kısmını da Allah'a eş koştukları putlarına ayırıyorlardı. Onlar bu batıl inanç ve adetlerinde biraz daha ileri giderek Allah'ın payına düşeni alıyorlar, onu eş koştukları putların payına ekliyorlardı. Ama putlarının payından alıp öbürüne ilâve ettikleri görülmüyordu. "Allah'ın yarattığı ekin ve hayvanlardan O'na pay ayırdılar ve kendi iddialarına göre: "Bu Allah'ındır, Şu da ortak koştuklarımızındır" dediler. Ortakları için ayırdıkları Allah için verilmezdi. Fakat Allah için ayırdıkları ortakları için verilirdi. Bu hükümleri ne kötüydü!" (el-En'âm, 6/136). Bir kısım hayvanlarla ekinlerin bazısını dilediklerinden başkasına yasaklıyorlardı. Ayrıca bir kısım hayvanlara binerken ve keserken Allah'ın adının anılmasına engel oluyorlardı. (el-En'âm, 6/138). Bunun dışında hayvanlarla ilgili şu adetleri de vardı: Deve beş batın doğurup beşincisinde erkek doğurursa kulağını çentip serbest bırakırlardı. Artık ona binmeyi ve sütünü sağmayı haram kabul ederlerdi. Buna "Bahîra"* derlerdi. Saibe*; dileği yerine gelen kimsenin putlara adadığı deve idi. Buna da binilmez ve sütü sağılmazdı. Vasîle*; koyun dişi doğurursa kendileri için; erkek doğurursa putları için olurdu. Şayet biri erkek, biri dişi olmak üzere ikiz doğurursa, dişinin hatırı için erkeği de kesmezler ve buna "Vasîle" derlerdi. Hâm* ; bir erkek devenin soyundan on döl alınırsa onun sırtı haram sayılır, su ve otlakta serbest bırakılırdı. Kimse ona dokunmazdı. Bütün bunlardan başka müşrikler atalarından devraldıkları birtakım adetleri devam ettirme konusunda direniyor ve hatta bunların bazılarının, kendilerini Allah (c.c.)'a daha çok yaklaştırdıklarını ileri sürüyorlardı. İbn İshak şunları aktarıyor: "Kureyş, ya Fil olayından evvel veya daha sonra meydana geldiğini tahmin ettiğim bir bid'at ortaya çıkardı ki, tarihte (Hums) diye anılıp, asalet-i diniye iddiasından ibarettir." Bunlar: "Biz, İbrahim'in evladıyız, ehl-i Harem biziz, Beyt'in sahibiyiz, Mekke'nin de sâkini bulunuyoruz. Arap kabilelerinden hiçbir kabîle, bizim sahip olduğumuz bu şeref ve itibara sahip değildir. Binaenaleyh biz, bu müstesna mevkiimizin şeref ve itibarını korumalıyız. Bundan sonra Harem haricinde hiçbir şeye tazim etmeyip bütün ihtiramatımızı Harem dahilinde hasretmeliyiz. Meselâ, Arafat'ta halk ile bir sırada, yan yana, omuz omuza durup vakfe etmek, sonra halk ile geri dönüp gelmek bizim kadrimizi tenzil eder" diyorlardı. İbn İshâk devamla: "Kureyşliler bu asalet fikrini ortaya koydu ve uygulamaya da başladı. Arafat'a çıkmayı, Arafat'tan ifazâyı terk ettiler. Herkes Arafat'ta vakfe ederken, bunlar Müzdelife'ye giderler, orada dururlardı. Ve "Biz ehlullahız, Harem-i Şerif'in hâdimleriyiz" diyerek, diğerleriyle eşitliği kabul etmezlerdi. Fakat bunlar, Arafat'ta vakfe etmenin İbrahim (a.s.)'in dini muktezası olduğunu biliyorlardı. Kinâne ile Hüzâaoğuları da bu hususta Kureyş'e iltihak etmişlerdi. Bunlar hac için, umre için gelen bedevîlere müdahaleye kadar ileri gitmişlerdir. Harem hâricinden gelen herkesin, Beyt'in ilk tavafı Siyab-ı Hums ile tavaf etmelerini kararlaştırdılar ve uyguladılar. Bu kararın neticelerinden biri: Kim ki adi bir elbise ile gelip tavaf ederse, tavaftan sonra o elbiseyi çıkarıp atması zarûrî idi. Bu kararların ikinci neticesi ise; asilzadelere mahsus bir elbisesi olmayan bedevî erkeklerin çıplak; kadınların da yalnız önü yırtmaçlı kısa iç gömleği ile tavafa mecbur edilmesidir. Bu ve bunun gibi pek çok âdetler yürürlükte idi. Rasûlullah (s.a.s)'a iletilinceye kadar da bu âdetler yürürlükte kalmaya devam etti. Daha sonra da A'râf suresinin 26, 27, 28, 31 ve 32. ayetlerinde, çıplak tavaf ile birlikte diğer bid'atler de yasaklanmıştır. Ebû Hüreyre (r.a.)'den gelen bir rivayete göre, Ebû Bekr es-Sıddık (r.a.) Vedâ Hacc'ından (bir sene) evvel, Hz. peygamber tarafından Hac Emîri* olarak (Mekke'ye) gönderildiğinde, Ebû Bekr de Ebû Hureyre'yi Kurban Bayramı'nın ilk günü Mina'da büyük bir cemaat içinde halka (şu iki maddeyi) ilâna memur kılmıştır. (Ebu Hüreyre): "Ey Nas! İyi biliniz, bu yıldan sonra müşriklerin haccetmeleri, çıplakların da Kâbe'yi tavaf etmeleri yasaktır" demiştir. (Sahîh-i Buhâri, Tecrid-i Sarih Tercümesi, VI,13) Fakat onlar bunu kabule yanaşmamışlar, atalarını körükörüne taklide çalışmışlardır. "Onlara: Allah'ın indirdiğine ve peygambere gelin dendiği zaman: Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter' derler. Alaları bir şey bilmeyen ve doğru yolu da bulamayan kimseler olsalar da mı?" (el-Mâide, 5/104). İslâm, topluma hakim olunca bütün bu cahilî sistemin ilkel davranışlarını tamamen yasaklamıştır" (el-Mâide, 5/103). Bütün bunlara baktığımızda, Cahiliyye'nin bir inanma biçimi olduğunu görüyoruz. Cahiliyye; bir şeyi gerçeği dışında bilmek, anlamak ve buna göre amel etmek demektir. Bu duruma göre Cahiliyye; insanın ve toplumun İslâm öncesi ve İslâm dışı bir yaşayış biçimiyle yaşaması demektir. Doğru yolun zıddı, ilmin aksi olan, eskiyen ve değişken olan, bölgelere, kavimlere ve anlayışlara göre kurulan her türlü İslâm dışı rejimler; cahilî sistemler ve hükümlerdir. | |
| | | WhampiéR Admin
Mesaj Sayısı : 1106 Yaş : 33 Nerden : Menekshe^min kaLbinden... Ruh haLi : Kayıt tarihi : 29/07/08
| Konu: Geri: İslam Tarihi C.tesi Ara. 20, 2008 9:12 am | |
| CÂHILIYYE DÖNEMIBilgisizlik, gerçegi tanimama. Islâm, tam bir aydinlik ve bilgi devri oldugu için, Arabistan'da Islâmiyet'in yayilmasindan önceki devre, daha dar anlami ile Hz. Isa'dan sonra peygamberimizin gelmesine kadar geçen zamana "cahiliyye" devri adi verilmistir. Cahiliyye, insanin Allah'i geregi gibi tanimamasi, ona kulluk etmekten uzaklasmasi, onun ilâhî hükümlerine degil de kisinin kendi hevâ ve hevesine uymasi, insanlarin koydugu emir ve yasaklara, siyasî sistem ve düsüncelere inanmasidir. Kur'an-i Kerîm'de: "Onlar hâlâ Cahiliyye devri hükmünü mü istiyorlar? Gerçegi bilen bir millet için Allah'dan daha iyi hüküm veren kim var?" (el-Mâide, 5/50) buyurulur. Islâm'in hakim olmadigi ortamlar Cahiliyye çaglaridir. Çünkü ilâhî bilginin kaynagindan yoksun olan ortamlardir. Islâm'in gelisinden önceki dönemde yasayan müsrikler Allah'a isyan etmis onun hükümlerine sirt çevirmis bir toplum olarak son derece ilkel ve cahil hayat sürüyorlardi. Cahiliyye Araplari'nin sürdügü hayattan ve içinde yasadiklari ortamdan bazi örnekleri söyle siralamak mümkündür: Putlara Taparlardi Cahiliyye insanlari Allah'in varligini kabul etmekle beraber putlara taparlardi. Onlar putlarinin Allah katinda kendilerine sefaatçi olacaklarina inanirlar ve: Biz onlara ancak bizi daha çok Allah'a yaklastirsinlar diye ibadet ediyoruz" (ez-Zümer, 39/3) derlerdi. Icki Icerlerdi Sarap içmek adeti çok yaygindi. Sairleri her zaman içki ziyafetinden bahseder, içki siirleri edebiyatlarinin büyük bir kismini teskil ederdi. Hatta Enes b. Mâlik (r.a.)'in bildirdigine göre Islâm'da içki, Mâide Suresi'nin doksan ve doksanbirinci ayetleriyle kesin olarak haram kilinmis, Hz. Peygamber (s.a.s) tellal bagirttirarak bunu ilân ettiginde Medine sokaklarinda sel gibi içki akmistir (Müslim, Esribe, 3) Kumar Oynarlardi Cahiliyye çaginda kumar da çok yaygindi. Cahiliyye Araplari kumar oynamakla övünürlerdi. Öyle ki kumar meclislerine katilmamak ayip sayilirdi. Onlarin sairlerinden biri karisina söyle vasiyette bulunur: "Ben ölürsem, sen, aciz ve konusma bilmeyen, iki yüzlü ve kumar bilmeyen birini isteme." Tefecilik Yaparlardi Tefecilik almis yürümüstü. Para ve benzeri seyleri birbirlerine borç verirler; kat kat faiz alirlardi. Borç veren kimse, borcun vadesi bitince borçluya gelir: "Borcunu ödeyecek misin, yoksa onu artirayim mi?" derdi. Onun da ödeme imkâni varsa öder, yoksa ikinci sene için iki katina, üçüncü sene için dört kat ina çikarir ve artirma islemi böylece kat kat devam ederdi. Tefecilik ve faizin her çesidini haram kilan Allah, özellikle Araplar'in bu kötü âdetlerine dikkati çekerek "-Ey iman edenler! Kat kat faiz yemeyin." (Âli Imrân,3/130) buyurmustur. Faiz Oranlari Cok Büyüktü Faizcilik Araplar arasinda o kadar yerlesmisti ki ticaretle onun arasini ayiramiyorlar; "Faiz de tipki alis-veris gibi" diyorlardi. Bunun üzerine inen ayette: "Allah alis-verisi helâl, faizi ise haram kilmistir. " (el-Bakarâ, 2/275) buyrulmustur. Fuhus Cok Büyük Orandaydi Cahiliyye Araplar'i arasinda fuhus da nadir seylerden degildi. Cariyelerini zorla fuhusa sürükleyenler vardi. Kur'an-i Kerîm'de bu hususa isaretle: "Iffetli olmak isteyen cariyelerinizi fuhsa zorlamayin. " (en-Nûr, 24/33) buyurulur. Kocanin birkaç metresi oldugu gibi, kadinin da baskalariyla iliskide bulunmasi, bazi çevrelerce nefretle karsilanmayan bir davranisti. Fuhusla ilgili Cahiliyye Araplarinin su adetlerini zikredebiliriz: Kadin âdetinden temizlendikten sonra kocasi ona "su adama git ve ondan hamile kal" derdi. Kadin istenilen adamla beraber olduktan sonra kocasi hamileligi belli oluncaya kadar ona yaklasmazdi. Sonra yaklasabilirdi. Bu, iyi bir çocuga sahip olmak için yapilirdi. Sayilari üç ila on arasinda degisen bir grup erkek kadinin evine girerek, sirasiyla hepsi de onunla cinsi münasebette bulunurdu. Kadin hamile kalip da dogum yaparsa dogumdan bir kaç gün sonra bu erkekleri çagirir, erkekler de zorunlu olarak bu davete istirak ederlerdi. Sonra onlara: "Olanlari biliyo rsunuz, dogum yaptim" içlerinden birine isaret ederek "çocugun babasi sensin" derdi. O da bundan kaçinamazdi. Bazi fuhus yapan kadinlar da taninmalari için kapilarina bayrak asarlardi. Bu tür kadinlardan biri dogum yaptigi zaman teshis heyeti toplanip çocugun kime ait oldugunu tespit ederdi. O da çocugun babasi oldugunu kabul etmek zorunda kalirdi. (Buhârî, Nikah, 36) Kadina deger verilmez, hak ve hukuku taninmaz, adeta bir esya gibi telakki edilip miras alinirdi. Biri ölüp karisi dul kalinca ölenin varislerinden gözü açik biri hemen elbisesini kadinin üzerine atardi. Kadin daha önce kaçip bu halden kurtulamazsa artik onun olurdu. Dilerse mehirsiz olarak onunla evlenir, dilerse onu bir baskasiyla evlendirerek mihrini almaya hak kazanir ve kadina bundan birs ey vermezdi. Dilerse, kocasindan kendisine kalan mirasi elinden almak için onu evlenmekten menederdi. Bunun üzerine inen ayette: "Ey inananlar! Kadinlara zorla mirasci olmaya kalkmaniz size helâl degildir. " (en-Nisâ, 4/19) buyurulmustur. (Sevkânî, Fethu'l-Kadir, I, 440). Yiyeceklerin bazisi yalniz erkeklere ait olup kadinlara yasak ediliyordu. "Onlar: Bu hayvanlarin karinlarinda olan yavrular yalniz erkeklerimize mahsus olup, eslerimize yasaktir. Ölü dogacak olursa hepsi ona ortak olur" dediler (En'âm, 6/139) Kizlari Diri Diri Topraga Gömerlerdi Cahiliyye Araplari'nin kötü adetlerinden biri de kiz çocuklarini diri diri topraga gömmeleriydi. Onlar bunu namuslarini korumak veya ar telakki ettikleri için, bazilari da sakat ve çirkin olarak dogduklarindan yapiyorlardi. Kur'an-i Kerîm'de su ayetlerde buna isaret edilir: "Onlardan birine Rahman olan Allah'a isnat ettikleri bir kiz evlâd müjdelense içi öfkeyle dolarak yüzü simsiyah kesilirdi. " (ez-Zuhruf, 43/17), " Diri diri topraga gömülen kiz çocugunun hangi suç la öldürüldügü soruldugu zaman... " (Tekvir, 81/8-9), "Ortak kostuklari Seyler müsriklerden çoguna çocuklarini öldürmeyi süslü gösterirdi. "(el-En'âm, 6/137) Ekin ve hayvanlarini iki kisma ayiriyor bir kismini Allah'in böyle emrettigini sanarak Allah'a veriyor ve bir kismini da Allah'a es kostuklari putlarina ayiriyorlardi. Onlar bu batil inanç ve adetlerinde biraz daha ileri giderek Allah'in payina düseni aliyorlar, onu es kostuklari putlarin payina ekliyorlardi. Ama putlarinin payindan alip öbürüne ilâve ettikleri görülmüyordu. "Allah'in yarattigi ekin ve hayvanlardan O'na pay ayirdilar ve kendi iddialarina göre: "Bu Allah'indir, Su da ortak kostuklarimizindir" dediler. Ortaklari için ayirdiklari Allah için verilmezdi. Fakat Allah için ayirdiklari ortaklar i için verilirdi. Bu hükümleri ne kötüydü!" (el-En'âm, 6/136). Bir kisim hayvanlarla ekinlerin bazisini dilediklerinden baskasina yasakliyorlardi. Ayrica bir kisim hayvanlara binerken ve keserken Allah'in adinin anilmasina engel oluyorlardi. (el-En'âm, 6/138). Bunun disinda hayvanlarla ilgili su adetleri de vardi: Deve bes batin dogurup besincisinde erkek dogurursa kulagini çentip serbest birakirlardi. Artik ona binmeyi ve sütünü sagmayi haram kabul ederlerdi. Buna "Bahîra"* derlerdi. Saibe*; dilegi yerine gelen kimsenin putlara adadigi deve idi. Buna da binilmez ve sütü sagilmazdi. Vasîle*; koyun disi dogurursa kendileri için; erkek dogurursa putlari için olurdu. Sayet biri erkek, biri disi olmak üzere ikiz dogurursa, disinin hatiri için erkegi de kesmezler ve buna "Vasîle" derlerdi. Hâm* ; bir erkek devenin soyundan on döl alinirsa onun sirti haram sayilir, su ve otlakta serbest birakilirdi. Kimse ona dokunmazdi. Bütün bunlardan baska müsrikler atalarindan devraldiklari birtakim adetleri devam ettirme konusunda direniyor ve hatta bunlarin bazilarinin, kendilerini Allah (c.c.)'a daha çok yaklastirdiklarini ileri sürüyorlardi. Ibn Ishak sunlari aktariyor: "Kureys, ya Fil olayindan evvel veya daha sonra meydana geldigini tahmin ettigim bir bid'at ortaya çikardi ki, tarihte (Hums) diye anilip, asalet-i diniye iddiasindan ibarettir." Bunlar: "Biz, Ibrahim'in evladiyiz, ehl-i Harem biziz, Beyt'in sahibiyiz, Mekke'nin de sâkini bulunuyoruz. Arap kabilelerinden hiçbir kabîle, bizim sahip oldugumuz bu se ref ve itibara sahip degildir. Binaenaleyh biz, bu müstesna mevkiimizin seref ve itibarini korumaliyiz. Bundan sonra Harem haricinde hiçbir seye tazim etmeyip bütün ihtiramatimizi Harem dahilinde hasretmeliyiz. Meselâ, Arafat'ta halk ile bir sirada, yan yana, omuz omuza durup vakfe etmek, sonra halk ile geri dönüp gelmek bizim kadrimizi tenzil eder" diyorlardi. Ibn Ishâk devamla: "Kureysliler bu asalet fikrini ortaya koydu ve uygulamaya da basladi. Arafat'a çikmayi, Arafat'tan ifazâyi terk ettiler. Herkes Arafat'ta vakfe ederken, bunlar Müzdelife'ye giderler, orada dururlardi. Ve "Biz ehlullahiz, Harem-i Serif'in hâdimleriyiz" diyerek, digerleriyle esitligi kabul etmezlerdi. Fakat bunlar, Arafat'ta vakfe etmenin Ibrahim (a.s.)'in dini muktezasi oldugunu bili yorlardi. Kinâne ile Hüzâaogulari da bu hususta Kureys'e iltihak etmislerdi. Bunlar hac için, umre için gelen bedevîlere müdahaleye kadar ileri gitmislerdir. Harem hâricinden gelen herkesin, Beyt'in ilk tavafi Siyab-i Hums ile tavaf etmelerini kararlastirdilar ve uyguladilar. Bu kararin neticelerinden biri: Kim ki adi bir elbise ile gelip tavaf ederse, tavaftan sonra o elbiseyi çikarip atmasi zarûrî idi. Bu kararlarin ikinci neticesi ise; asilzadelere mahsus bir elbisesi olmayan bedevî erkeklerin çiplak; kadinlarin da yalniz önü yirtmaçli kisa iç gömlegi ile tavafa mecbur edilmesidir. Bu ve bunun gibi pek çok âdetler yürürlükte idi. Rasûlullah (s.a.s)'a iletilinceye kadar da bu âdetler yürürlükte kalmaya devam etti. Daha sonra da A'râf suresinin 26, 27, 28, 31 ve 32. ayetlerinde, çiplak tavaf ile birlikte diger bid'atler de yasaklanmistir. Ebû Hüreyre (r.a.)'den gelen bir rivayete göre, Ebû Bekr es-Siddik (r.a.) Vedâ Hacc'indan (bir sene) evvel, Hz. peygamber tarafindan Hac Emîri* olarak (Mekke'ye) gönderildiginde, Ebû Bekr de Ebû Hureyre'yi Kurban Bayrami'nin ilk günü Mina'da büyük bir cemaat içinde halka (su iki maddeyi) ilâna memur kilmistir. (Ebu Hüreyre): "Ey Nas! Iyi biliniz, bu yildan sonra müsriklerin haccetmeleri, çiplaklarin da Kâbe'yi tavaf etmeleri yasaktir" demistir. (Sahîh-i Buhâri, Tecrid-i Sarih Tercümesi, VI,13) Fakat onlar bunu kabule yanasmamislar, atalarini körükörüne taklide çalismislardir. "Onlara: Allah'in indirdigine ve peygambere gelin dendigi zaman: Atalarimizi üzerinde buldugumuz sey bize yeter' derler. Alalari bir sey bilmeyen ve dogru yolu da bulamayan kimseler olsalar da mi?" (el-Mâide, 5/104). Islâm, topluma hakim olunca bütün bu cahilî sistemin ilkel davranislarini tamamen yasaklamistir" (el-Mâide, 5/103). Bütün bunlara baktigimizda, Cahiliyye'nin bir inanma biçimi oldugunu görüyoruz. Cahiliyye; bir seyi gerçegi disinda bilmek, anlamak ve buna göre amel etmek demektir. Bu duruma göre Cahiliyye; insanin ve toplumun Islâm öncesi ve Islâm disi bir yasayis biçimiyle yasamasi demektir.Dogru yolun ziddi, ilmin aksi olan, eskiyen ve degisken olan, bölgelere, kavimlere ve anlayislara göre kurulan her türlü Islâm disi rejimler; cahilî sistemler ve hükümlerdir. Kaynak: Islam tarihi | |
| | | WhampiéR Admin
Mesaj Sayısı : 1106 Yaş : 33 Nerden : Menekshe^min kaLbinden... Ruh haLi : Kayıt tarihi : 29/07/08
| Konu: Geri: İslam Tarihi C.tesi Ara. 20, 2008 9:12 am | |
| UHUD SAVAŞI (H. 3/M. 625) Hicret'in üçüncü yılında Uhud dağı civarında müşriklerle yapılan savaş. Uhud savaşından önce Kureyş'in öfkesi kabarmış, kin ve intikam duyguları artmıştı. Bedir'de yakınlarını kaybeden Utbe kızı Hind ".. Muhammed'le arkadaşlarından öç almadıkça içim rahatlamayacak, Muhammed'le savaş yapmadıkça koku sürünmek bana haram olsun. Sevdiklerimin intikamının alındığını gözümle görmedikçe bana sevinmek yok!" diyordu. Ebu Süfyan ve başkaları da buna benzer şekilde and vermişlerdi. Ebu Süfyan'ın yürüttüğü kervanın malları Daru'n-nedve'de topluca durmaktaydı. Müşriklerin ileri gelenleri, herkese katılma payını verdikten sonra geri kalan kâr ile güçlü bir ordu hazırlanmasına karar verdiler. Onlara göre Müslümanlar Kureyş büyüklerini öldürmüşlerdi, onların intikamını almak gerekliydi. Bedir'de yakınları öldürtücüler karalar giyinmiş vaziyette kabileler arasında dolaşıyor, şairler mersiyeler söyleyerek Araplar savaşâ teşvik ediyorlardı. Putperest Kureyşliler Mekke dışındaki Arap kabilelerinin de katılmasıyla 3000 kişilik bir askerî kuvvet hazırladılar. Bu kuvvette 700 zırhlı, 200 atlı süvari, 3000 deve vardı. Aralarında, başta Ebu Süfyan'ın karısı Hind olduğu halde 14 tane de kadın vardı. Bedir'de babasını ve öteki yakınlarından bazılarını kaybetmiş olan Hind'in kalbini iğrenç bir intikam duygusu bürümüştü. Amcası Abbas (r.a) Hz. Muhammed (s.a.s)'i çok severdi. Bu sebeple bir mektup yazarak Kureyş'in savaş hazırlıklarını yeğenine bildirdi. Peygamberimiz (s.a.s) amcasından gelen mektubu okuttu ve mektupta bildirilen haberi gizli tutarak keşifçiler gönderdi. Keşifçilerin getirdiği haberler mektupta amcasının bildirdiklerineaynen uyuyordu. Düşman büyük bir ordu hazırlamıştı ve Medine'ye doğru ilerliyordu. Bunun üzerine Resulullah (s.a.s) bir savaş meclisi kurarak meseleyi ayrıntılı olarak ashabıyla görüştü. Resulullah (s.a.s) düşmanı şehrin dışında karşılamayıp şehri içerden savunmak görüşündeydi. Fakat özellikle Bedir savaşına katılan gaziler hakkında nazil olan övücü ayetlerin etkisinde kalan gençler, düşmanın dışarıda karşılanmasından yana idiler. Düşmanla bir meydan savaşı yapmak istiyorlardı: Resulullah (s.a.s) ashabın isteklerini kırmayarak düşmanı karşılamak üzere kılıcını kuşandı, zırhını giydi. Münafıkların reisi Abdullah b. Ubey b. Selül şehrin içinde kalınarak savunma yapılmadığını bahane ederek 300 kişilik kuvvetini geri çekti. Gayesi savaşmak değildi. Müslümanlarıdüşman karşısında güçsüz bırakmak istiyordu. Böylece Müslüman ordusunun mevcudu 1000'den 700'e düşmüş bulunuyordu. İslâm Ordusunun Harp Alanına Hareketi Düşman, Medine'nin yegane açık sahası olan kısımdan içeriye sızarak karargâhını Uhud dağının Medine'ye bakan eteklerinde kurmuştu. Resulullah (s.a.s) 700 Müslümanla Cumartesi sabahı Uhud dağına ulaştı. Sırtını dağa vererek karşıdaki çorak arazide yer tutan düşmana karşı saf tuttu. Düşmanın düşüncesi Müslüman ordusunu mağlub ettikten sonra şehri yağmalamaktı. Bunun için Medine'nin yakınında Uhud önleri savaş sahası seçilmişti. Resulullah (s.a.s) Bedir'de olduğu gibi bu savaşta da İslâm ordusunu savaş düzenine göre yerli yerine yerleştirdi, düşmanın sızabileceği, kuşatma yapabileceği geçit ve gedikleri de okçularla korudu ve özellikle ordunun sol tarafındaki dağın vadisini beklemek üzere Abdullah b. Cübeyr kumandası altında elli kişilik, okçu birliğini bıraktı ve "Düşman yense de, yenilse de kesinlikle yerlerinizden ayrılmayınız. " diye tembihte bulundu. 11 Şevval 3 (27 Mart 625) Cumartesi günü savaş teke tek vuruşmalarla başladı; Hz. Ali, Hz. Hamza ve öteki İslâm savaşçıları hasımlarını öldürdüler. Sonra savaş kızıştı. Resulullah (s.a.s) almış olduğu askerî tedbirler ve uygulamış olduğu planlar sayesinde ilk safhada Müslümanlar galip geldiler. HZ. HAMZA'NIN ŞEHID EDILMESI Resulullah (s.a.s)'in amcası Hz. Hamza kükremiş bir arslan gibi düşmana kılıç sallayarak ilerliyor, hasımlarını kırıp geçiriyordu. Diğer Müslümanlar da ellerinden gelen çâbayı gösteriyorlardı. Düşmanlar da olanca gayretleriyle kılıca sarılmalarına rağmen bozguna uğramaktan kendilerini kurtaramadılar. Tef çalarak askerlere moral veren düşman kadınları bile korku içinde dağ yamacına tırmanmaya, kaçmaya başladı. Bununla beraber henüz kesin neticealınmış değildi; düşmanın hızlı bir şekilde takibi ve dönmeyeceği bir noktaya kadar kovalanması gerekiyordu. Halbuki bu inceliği ve harp usulünün bu yönünü bir an unutarak gaflete düşen ve dünyalığa meyleden Müslümanlar kılıçlarını bırakıp ganimet toplamaya koyulmuşlardı. Ordunun gerisindeki vadiyi bekleyen elli okçu da kumandanlarının ısrarlarına rağmen Resulullah (s.a.s)'in kesin emrini unutarak "Kardeşlerimiz üstün geldi, biz niye bekleyelim" diyerek yerlerinden ayrıldılar, ganimet toplamaya giriştiler. İşte bu sırada böyle bir anı gözetlemekte olan 200 kişilik düşman süvari birliği komutanı Halid b. Velid az sayıdaki İslâm okçusunun kaldığı geçidi rahatça ele geçirerek İslâm ordusunu arkasından vurmaya başladı. Bunu gören müşrikler geri döndüler ve yeniden hızlı bir saldırıya giriştiler. Böylece Müslümanlar iki ateş arasında kaldılar, üstünlüğü sağlamışken dünyalığa dalmaları ve Peygamber'in emrini çiğnemeleri yüzünden zor durumlara düştüler. İşte bu safhada Hazma (r.a) Ebu Süfyan'ın karısı Hind'in kölesi Vahşi tarafından mızrakla vurularak şehid edildi. Resulullah (s.a.s)'in Hicretten evvel Medine'ye tayüz ettiği ilk öğretmen Mus'ab b. Umeyr (r.a) de bu esnada şehid düşenler arasındaydı. Mus'ab (r.a) sima itibariyle Resulullah'a benzediğinden şehit düştüğünde, onu şehit eden kimse Resulullah (s.a.s)'i öldürdüğünü haykırıyordu. Bu durum Müslümanların daha da dağılmasına sebep oldu. Ancak kısa zaman sonra Resulullah (s.a.s)'in sağ olduğu anlaşıldı. Uhud dağının hemen eteklerinde bulunan Resulullah(s.a.s)'inçevresi büyük çarpışmalara sahne oldu. Müslümanlar onun etrafında dönüyorlar gerektiğinde kollarını, bacaklarını kalkan yerine kullanıyorlardı, Hz. Talha bu yolda kolunu kaybetmişti. Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a)'a ise Resulullah ok veriyor ve: "Anam babam fedâ ol sun, at yâ Sa'd" diyor; oklarının isabet etmesi için Allah'a dua ediyordu. Müşrikler Resulullah (s.a.s)'ı öldürmek için hücum ettikçe Müslümanlar onun çevresinde giderek çoğalmışlar ve çetin bir savunma hattı kurmuşlardı. Düşman bu hattı yaramayacağını anlayınca geriye çekilmek durumunda kaldı ve böylece savaş üçüncü safhada denk bir duruma geldi. Ebu Süfyan karşı dağa, Resulullah (s.a.s)'da Uhud'a doğru tırmandı ve bugün hâlâ ziyaret edilen mağarada dinlendi. Resulullah (s.a.s)'ın dişi kırılmış, yanağı yarılmıştı. Kızı Fatma onu tedavi etti. Ebu Süfyan ile Hz. Ömer'in karşılıklı konuşması da bu esnada cereyan etmişti. Kureyşli müşrikler bu savaşta o kadar vahşiyane şeyler yapmışlardı ki, belki tarihte benzerine az rastlanırdı. Müslümanlar bu savaşta 70 şehid vermişlerdi. Düşmanlar özellikle de müşrik kadınlar şehid Müslümanların burunlarını ve kulaklarını kesiyorlardı. Ebu Süfyan'ın karısı Hind ve öteki bazı müşrik kadınları Müslüman şehidlerin organlarından yaptıkları gerdanlıkları boyunlarına takmışlardı. Ayrıca Hind, Hz. Hamza'nın ciğerini çıkartarak ağzında çiğnemek iğrençliğini gösterebilmişti. Uhud'tan ayrılan Ebu Süfyan bir süre sonra geri dönerek Medine'ye saldırmak ve başladıkları işi tamamlamak isteğine kapılmıştı. Esasen böyle bir durumu, Resulullah (s.a.s) tahmin etmiş, 70 şehid ve yaralıya rağmen savaşın hemen ertesi Pazar günü düşmanı takibe karar vermişti. Resulullah (s.a.s) 70 kişilik süvari birliği ile 8 km. Kadar müşrikleri takibetti. Sonra konaklayarak üç gün bekledi. Geceleri ateş yaktırarak düşmana savaştan yılmadıkları mesajını veriyordu. Müslüman olmadığı halde Müslümanların dostlarından olan Huzaa kabilesinden Mabed-i Huzâî, Resulullah (s.a.s)'i gördükten sonra Ebu Süfyan'a giderek onun arkadaşlarıyla birlikte savaş için geldiklerini söylemiş, Ebû Süfyan da yeni bir vuruşmayı göze alamayarak Mekke'ye gitmiş ve Medine'ye saldırmaktan vazgeçmişti. Böylece Müslümanlar, bu savaşta birinci safhada üstünlük sağlamışlar, gaflet ve dikkatsizlik neticesinde ikinci safhada ilahî bir imtihana uğratılarak mağlubiyet acısı kendilerine tattırılmış, fakat üçüncü safhada durum denkleşmişken Resulullah (s.a.s)'in cesaretle takibi neticesinde düşman korkutulmuş ve üstünlük tekrar Müslümanlara geçmişti. SAVAŞTAN BAZI İLGINÇ TABLOLAR Enes b. Mâlik diyor ki: Amcam Enes b. Nadr'ı Uhud meydanında öldürülmüş olarak bulduk; üzerinde 80 kadar kılıç, süngü ve ok yarası vardı. Müşrikler işkence yapmış olduklarından, kimse onu tanıyamadı, yalnız kız kardeşi parmaklarından tanıdı. Biz şu ayetin amcam ve benzeri hakkında inmiş olduğunu sanıyoruz: Müminlerden bir çok kimseler Allah'a vermiş oldukları sözlerini yerine getirdiler" (el-Ahzâb, 33/23). Hz. Hamza'nın kız kardeşi, Müslümanların bozguna uğradığı haberini alınca Medine'den savaş alanına gelmişti. Bunu farkeden Resulullah (s.a.s) Hz. Zübeyr'e, Hamza'nın cesedinin parçalanmış vaziyette ona gösterilmemesini tenbih etmişti. Bunu hisseden Safiyye, "Kardeşimin şehid olduğunu biliyorum. Allah yolunda böyle fedakarlıklar her zaman gerekir" demiş ve parça parça edilmiş kardeşinin cesedini görünce de, Hepimiz Allah'ın mülküyüz ve O'na döneceğiz"demek suretiyle büyük bir teslimiyet örneği gösterebilmiştir. Ensar'dan bir kadın da savaşta babasını, kardeşini ve kocasını kaybetmişti., Bunları haber aldıkça hep Hz. Muhammed (s.a.s)'in sağ olup olmadığını soruyordu. Onun sağ olduğunu öğrenince; "Sen sağ olduktan sonra her felâket hiç gelir!" demişti. İslâm şehidleri ikişer ikişer toprağa verildiler. Tablo göz yaşartıcı idi. Hz. Hamza (r.a) kaftanı ile toprağa veriliyordu. Hz. Peygamber'in hicretten önce Medinelilere İslâmî öğretmesi için tayin ettiği ilk öğretmen Mus'ab b. Umeyr (r.a) toprağa verilirken üzerindeki elbise kısa gelmişti. Göğüs tarafına örtülünce alt kısmı, alt kısmına örtülünce de göğüs kısmı açıkta kalıyordu. Resulullah (s.a.s) örtünün alt kısmına örtülmesini üst kısmına da izhir denilen kokulu otlardan konulmasını emir buyurmuştu. RESULULLAH (S.A.S) UHUD ŞEHIDLERI HAKKINDA ŞÖYLE BUYURMUŞTUR: "Uhud harbinde kardeşleriniz şehit olunca Allah Teâlâ onların ruhlarını bir takım yeşil kuşların içlerine koymuştur. Bunlar Cennet ırmaklarına gelirler, içerler ve Cennet meyvelerinden yerler. Sonra bu kuşlar, arşın gölgesinde asılı bulunan altın kandillere konup tünerler. Şehid ruhları artık böyle mesut bir hayata erişince; bizim cennetteki bu halimizi dünyadaki kardeşlerimize kim bildirir ki, onlar da bilsinler de cihatdan çekinmesinler demişlerdi" (Tecrîd,186 vd; İbn Sa'd, II; 148). | |
| | | WhampiéR Admin
Mesaj Sayısı : 1106 Yaş : 33 Nerden : Menekshe^min kaLbinden... Ruh haLi : Kayıt tarihi : 29/07/08
| Konu: Geri: İslam Tarihi C.tesi Ara. 20, 2008 9:12 am | |
| ANADOLU BEYLIKLERININ KURULMASI Üzerinde yasadigimiz Anadolu, tarih boyunca çesitli kavimler tarafindan isgal edilmis ve bu yarimadada birçok devlet kurulmustur. Ancak bu devletlerin hiç birisi Anadolu'nun tarihi üzerinde Türkler kadar etkili olamamislardir. Türklerin Anadolu'yu fethederek Islâmlastirmalari ve burayi vatan yapmalari Türk ve dünya tarihinin en önemli olaylarindan biridir. Büyük Selçuklu Devleti kurulmadan önce, Tugrul ve Çagri Bey'lerin idaresinde bulunan Türkmenler, Maveraünnehir'de Karahanli ve Gazneli devletlerinin siddetli baskilari altinda bulunuyorlardi. Bu kardesler kendilerine daha elverisli topraklar bulmak için bir kesif seferi yapmaya karar verdiler. Bu düsünce ile Çagri Bey, üçbin kisilik bir süvari kuvvetiyle batiya, Anadolu'ya dogru hareket etti. Çagri Bey'in 1015 yilinda baslattigi bu ilk kesif seferinden sonra Anadolu'ya yönelik Türk akinlari artarak devam etti. Selçuklular 1040 yilinda yapilan Dandanakan savasindan sonra bagimsiz bir devlet haline gelince, Anadolu gazalarina daha çok önem verdiler ve bu yarimadayi sistemli bir sekilde fethe basladilar. Tugrul Bey zamaninda kalabalik Türkmen gruplari Van ve Erzurum'a kadar ilerlediler. Bu sirada bir baska Oguz grubu da Diyârbekir yönünde ilerleyerek Meyyafarikîn (Silvan), Mardin ve Cizre'ye kadar ulasti. Selçuklular 1046'da Gence'de ve 1048'de Hasankale'de Bizanslilari agir yenilgilere ugrattilar. Tugrul Bey 1054 yilinda Erzurum'a kadar ilerleyerek bu bölgeleri itaat altina aldi. Ayni yil Malazgirt kalesini de muhasara eden Tugrul Bey, kisin yaklasmasi üzerine buradan ayrilmak zorunda kaldi. Daha sonra burasini ele geçirdiler ve imparator Konstantinos Dukas'in gönderdigi Bizans kuvvetlerini bozguna ugrattilar. Tugrul Bey'in ölümünden sonra Selçuklu sultani olan Alp Arslan, Anadolu'nun fethine daha çok önem verdi. Ani ve Kars'i fetheden Alp Arslan zamaninda Selçuklu emîrlerinden Gümüstegin, Afsin, Ahmetsah ve Salâr-i Horasan Malatya, Ergani, Ahlat, Siverek, Âmid (Diyârbekir), Meyyafa-rikîn (Silvan), Urfa, Adiyaman, Harran, Nizip ve Antakya taraflarina akinlar yaptilar. Alp Arslan'in Bizans imparatoru Romenos Diogenes'in kalabalik ordusuna karsi kazandigi Malazgirt Savasi (26 Agustos 1071) ise, Anadolu'nun Türklesmesi ve Islâmlasmasinda bir dönüm noktasi oldu. Sultan Alp Arslan, Islâm aleminde büyük bir sevinç meydana getiren bu sefer ile Anadolu'nun kapilarini Türklere açmis oldu. Nitekim bu tarihten sonra akin akin Anadolu'ya gelen Türk gruplari burayi kendilerine ikinci anayurt yaptilar. Alp Arslan Malazgirt zaferinden sonra emîrlerini Anadolu'nun fethi için görevlendirdi. Malazgirt zaferini takiben Anadolu'nun büyük bir bölümü Türklerin eline geçti ve burada irili-ufakli birçok Türk devleti kurulmaya basladi. | |
| | | | İslam Tarihi | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|